22 Mayıs 2015 Cuma

Rusya.. Moskova-St.Petersburg


MOSKOVA

  Moskova... Çocukluğumun demir perdesinin, gençliğimin devrimin, sosyalizmin, vahşi kapitalizme karşı yıkılmaz kalesinin, SSCB' nin başkentiydi... 90'larla birlikte Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla demir perde kalkmış ama sosyalizm de bitmişti ve bizim için artık kapitalizmin kollarında savrulan dev bir ülkeydi artık Rusya'ydı, ne kızıl bayrağı kalmıştı artık geriye ne de orak-çekici..
  Dünyanın kaderini değiştirmiş bir devrimin çocuklarının, kadınlarının güzelliğiyle anılırken içimiz burkuluyordu...
  Fırtınalı 90'lardan sonra çok zaman geçti ve Rusya muazzam büyük topraklarındaki enerjiyi dünyaya satarken donanımlı zengin bir bilgi birikimine sahip halkını da harekete geçirmeyi başardı ve artık sosyalist değilse de yine dünyanın kaderinde söz sahibi olmaya başladı 2000'lerle birlikte...

  Rusya benim için çok şey demekti. Lenin'di, Dostoyevski'ydi,Tolstoy'du, devasa çelik bir makinaydı da aynı zamanda ve hala orada bir mezarlıkta bizden bir adam, Nazım usta orada yatmaktaydı...

  Beynim ve ruhum fokur fokur kaynarken tek başıma indim Moskova Domodedovo Havaalanı'na. Pasaport kontrolü kısa sürdü ne de olsa ülkelerimiz arasında vize uygulanmamaktaydı artık, pasaport yeterliydi. Pasaport kontrolünde ülkeye turistik gezi mi, yoksa iş için mi geldiğim soruldu ve ardından imigration kartmla birlikte pasaportumu alıp girişimi yaptım.

  Domodedovo havaalanından Moskova şehir merkezine en ekonomik gidiş Moskova metrosuna bağlanan Aeroexpres isimli modern bir trendir. Bunun dışında taksiler de var fakat bence son derece gereksiz çünkü tren çok rahat ve hızlı. Aeroexpres'le metronun "Paveletskaya" istasyonuna geldim. Gişeden ingilizce bilen Rus yolcunun yardımıyla 15'lik bir metro kartı aldım ki bu kart Moskova'da ulaşımım için yeterli oldu. Metro istasyonlarında genellikle harita varsa da yine de gezginlerin ellerinde basılı ya da cep telefonlarında kayıtlı bir Moskova metro haritası olması çok yararlı olur. Ben Rusya'ya gelmeden önce telefonuma Moskova, St. Petersburg metro haritalarıyla, offline kullanılabilir şehir haritalarını indirmiştim ve tüm seyahatimde sürekli bunları kullandım.
 Rusya'da gençler genellikle sizi anlayıp yardımcı olacak kadar ingilizce biliyorlar, o buz gibi bakışlar ve yüzler sizinle temas kurduğunda birden gevşiyor, yardımsever sıcak gülümseyen bir yüze dönüşüyor :)

Şehir merkezine yaklaştıkça ilk dikkatimi çeken şey ne bir dağ, ne de küçük bir tepenin bile olmadığı dümdüz coğrafyaydı.

  Moskova metrosu devasa bir sistem ve her bir istasyonu aynı zamanda muhteşem heykelleri ve süslemeleriyle birer sanat galerisi. Metro hatları renk ve numaralarla kodlanmış durumda, haritayı kullanmaya başladıkça çok da karmaşık olmadığı anlaşılıyor. Metro seyir halindeyken her durakta durağın ismi anons ediliyor ve sonrasında da bir sonraki istasyonun anonsu yapılıyor. Hiç bir istasyonda metroyu 1dk. dan fazla beklemedim yani devasa büyüklüğüne rağmen çok hızlı işleyen bir sistem kurmuşlar.

Paveletskaya istasyonundan bindiğim metrodan Kızıl Meydana gitmek için indiğim istasyondan yeryüzüne çıkınca kendimi Tiyatro Meydanı'nda buldum... Etrafıma bakındığımda ilk farkettiği şey devasa Karl Marks heykeli oldu, bu benim için harika bir işaretti çünkü  beni Moskova'da Marks karşıladı...


  Bir süre dinlenip etrafı seyrettikten sonra telefonumdaki offline Moskova şehir haritasını açarak sırtçantamla ağır ağır yürüyerek kalacağım hostele doğru yola çıktım...
  Yol boyunca gözümü etrafımdaki binalardan ve onların cephelerindeki heykellerden alamadım. Her bir bina bir sanat eseriydi. Moskova bana daha ilk adımlarımda görkemli geçmişiyle aynı anda bugünün Rusya devletinin gücünü hissettirdi.
  Her şehrin kokusu vardır benim için ve o kokuyla anımsarım hep içinden geçip gittiğim şehirleri. Moskova benim için alttan yoğun gelen gresle çelik kokusudur... Bu yüzden midir bilmiyorum Moskova tıkır tıkır işleyen devasa çelik bir makinadır benim için ya da bu makina imgesi mi bende bu gres-çelik kokusunu yarattı bilemiyorum...
 Seyahate çıkmadan önce tüm seyahatim boyunca konaklayacağım hostelleri ayarlamıştım Booking sitesinden. 20-25dk. lık bir yürüyüşle Moskova'daki hostelime ulaştım : Privet Hostel. Fiyat performans oranı son derece yüksek bir hosteldir tavsiye ederim. Çok yakınında bir metro istasyonu olmasına rağmen ben hep Kızıl Meydan'dan yürümeyi tercih ettim.
Hostelime yerleştikten sonra yine haritamı açıp yürüyerek Moskova'nın meşhur eski Arbat Caddesi'ne vardım. Burası İstanbul'un İstiklal Caddesi gibi araç trafiğine kapalı pek çok sokak sanatçılarının performanslarını sergilediği cafe-barlarında uygun fiyatlarla yenilip içilebilen bir cadde. Burada 2 adet Türk fastfood tarzında yemek yenilebilen mekan gördüm.
MOskova'da yiyecek fiyatları İstanbul'la aynı düzeyde ama alkollü içki ve sigara fiyatları İstanbul'dakinin yarısı fiyatında yani benim gibi vodka ve şarap seven için çok hesaplı bir şehir :)
Rus vodkası zaten dünyaca meşhur fakat ben Rus şaraplarına bayıldım, Hırvatistan'dan beri böyle güzel şaraplar içmemiştim...

  Moskova benim gözlemlediğim kadarıyla son derece güvenlikli bir şehirdir. Gecenin çok geç saatlerinde de olsa muhteşem Rus Vodkalarıyla yarı sarhoş hostelime sağ salim gelebildim, İstanbul'dan çok daha güvende hisettim sokaklarında... Tanışıp sohbet etme imkanı bulduğum insanları son derece medeni ve arkadaş canlısıydı. Şehirde hiç dilenci görmedim ki bunun da çok doğal olduğunu Rusları tanıdıkça anladım zira son derece gururlu insanlar... 2. Dünya Savaşı'nın Zafer yıldönümü kutlamaları nedeniyle ben oradayken şehir sokakları kalabalıktı ve halk coşkuyla ülkelerinin zaferini kutladı. Meydanlarda şarkılar söyleyip dans eden insanların arasına karışmak keyifliydi... Moskova'da 2 gün geçirmeme rağmen "gezdim" diyemem ve birgün ayrıca Moskova'yı gezip daha iyi yaşamak için döneceğime dair kendime söz verdim.
  Moskova'da her yer şehir yani bir dağ ve ya denizin eteğindeki şehirlerin en büyük güzelliği burada yok : şehrin neresinde olursanız olun bir dağa baktığınızda şehrin dışına bakıyorsunuzdur ve haftasonu o dağa çıktığınızda şehirden çıkmış olursunuz ve şehir artık altınızdadır. Harika parklar var ama o parklar da o şehrin bir parçası bir tiyatro binası gibi...

  Ertesi gün trenle St. Petersburg'a gitmek üzere Leningradskaya İstasyınu'na gittim. St. Petersburg' a gitmek için uçak ve hızlı tren olan Sapsan hemen hemen aynı süre ve ücretteydi. Tabii ki tren varken uçağa binmek bir gezgin için yakışık almazdı.
  Sapsan son derece modern hızlı ve konforlu bir tren. İnternet sitesinden bilet alınabilinirse de ben treni kaçırma çekincesi ve beni St.Petersburg'da bekleyen kimsenin olmaması rahatlığıyla "hangi satte olursa olsun gidebilirim"diye düşünerek biletimi istasyondaki gişeden almayı tercih ettim. Biletmi aldıktan sonra saatime baktığımda trenimin kalkmasına daha 3 saat olduğunu farkedince hemen istasyondan çıktım ve istasyonun önünden metroya geçtim, istikamet Novodeviçi Mezarlığı...

Nazım ustayı da ziyareti bitirince yine metroyla Sapsan'a binmek üzere Lenigradskaya tren istasyonuna geri döndüm...

ST.PETERSBURG


  Gezimin asıl hedefi olan St. Petersburg'a bulutlu bir öğle sonrası vardım ve hostelime yerleştikten sonra metroyla Nevskiy Caddesine geldim.
  St.Petersburg benim için Dostoyevski'nin şehridir ve pek çok kişi de böyle düşünür. Bu şehrin kalbi bana göre Voskresenia Kilisesi (Kanlı Kilise), atar damarı da Nevskiy Caddesi'dir.

  St. Petersburg şimdiye dek gördüğüm en estetik şehirdir. Binaları, parkları, kanalları ve insanlarıyla yeryüzünde insan eliyle yaratılmış yaşanılası en güzel yerlerden biridir... Moskova ne kadar estetik olsa da dev bir makina, St.Petersburg ise yeşil-sarı ışıklar saçan nazlı bir çiçektir...


 Hermitage Müzesi' ni hakkıyla gezmek bir sanat severin aylarını alabilir...  Bu kadar görkemli ve bu kadar zarif bir şehri görüp gezdiğim için kendimi şanslı sayıyorum...




Şehrin içinden çok geniş Neva Nehri geçmekte ve bu nehre bağlı pek çok kanal şehrin içinde salınmakta.





           Hermitage meydanındaki Aleksander sütunu göz kamaştırır...

Burada çok güzel, altın kalpli insanlarla tanıştım,yeni ve unutulmaz arkadaşlıklar kurdum; 4 gün ve gece şehri dolaştım...  
  Şehir pek çok eğlence mekanıyla sabaha kadar uyumayan canlı bir gece hayatına sahip olsa da benim en beğendiğim mekan Kanlı Kilise'nin yakınındaki bir jazz bar oldu. Orada geçirdiğim bir akşamı ömrüm boyunca unutmayacağım...
 Park olarak da yine o kilisenin yanındaki büyük park çok hoştur dinlemek, dinlenmek ve dinmek için... Ayrıca Hermitage meydanına bakan Aleksander Garden'da çok hoştur... Parklar bahçeler harika heykellerle doludur...
 Gezginler için hem temiz hem de ucuz Tepemok fastfood zincirini tavsiye ederim burada Rus yemekleri yiyebilirler ve медовуха ile квас içebilirler. Bu Rus biraları hayatımda içtiğim en güzel biralardı...

Moskova ve St.Petersburg fotoğrafları  için :

https://www.flickr.com/photos/22473431@N04/sets/72157650858410154/with/17719161839/












1 Temmuz 2012 Pazar

BALKAN DÜŞLERİ..



 Her şey geçen baharda içimde bir sıkıntının uyanıp beni yeni yerlere, yeni yüz ve seslere doğru çekmesiyle başladı ve 13 yıl önce bir gece gördüğüm bir düşü anımsayıverdim bir sabah. O düşü gördükten sonra uyandığımda epeyce gülmüştüm çünkü yine bir büyük yolculuğun arifesindeydim o günlerde ve düşümde beni Balkanlara çağıran ihtiyarın çağrısının tam aksi yöne doğuya, Asya'ya gitmek üzereydim... Ve işte 13 yıl sonra geçen mayıs ayında yine o ihtiyarı gördüğüm düşü anımsamamla birlikte Balkanlara doğru yola çıkmaya karar verdim. 
Düşümdeki çağrıya uyarak yolculuğuma Makedonya'dan başladım... 


Macedonia-Skopje (Makedonya-Üsküp)

10 Haziran 2012 günü öğle vaktinde Üsküp (Skopje) havaalanından Üsküp'e girdim. Havaalanının önünden Üsküp şehir merkezine giden bir otobüse bindim. Otobüs havaalanından çıktıktan sonraki gördüğüm manzara daha o ilk dakikalarda bile bu yolculuğa çıkmakla ne kadar iyi bir karar verdiğimi anladım.
 Üsküp'e giden yol çok güzeldi, her yeri yemyeşil bir ova, küçücük bahçeli evler, kiliseler, camiler, tarlalar ve dağlar.... Bir hafta öncesinden Üsküp'de  ucuz bir hostel ayarlamıştım. Bu macerada  Üsküp'de hiç gecelemeden Hırvatistan'a Dubrovnik'e ulaşmak için bir otobüs bulmam gerektiği için şehirler arası otobüs terminaline geldiğinde otobüsten indim. Otobüs terminali içinde pek çok otobüs firmasının ofislerinin bulunduğu herhangi bir Anadolu şehrinin terminali gibi ki tek bir farkla o da ofislerde çalışanların erkek değil geneli kadındı. 

Kadınların Balkanlarda gezdiğim yerlerde Türkiye'dekinin aksine temel işgücünü oluşturup özellikle hizmet sektörünün her alanında kadınların çalışıyor oluşu beni şaşırttı. Genel tuvaletler dahil temizlik işlerinde, marketlerde, bizdeki tekel bayiileri gibi yerlerde gördüğüm çalışanların %99' u kadındı. Bu durumun tek istisnası Üsküp'ün müslüman yerleşimiydi ki bu da dinin kadının sosyo ekonomik yaşamdaki yerini belirleyen temel ölçü olduğuna en net gösterge oldu. Tabii ki eski Yugoslavya'nın sosyalist bir cumhuriyet olduğunu ve bugünkü bu durumda bunun da önemli etkisi olduğunu unutmamak gerek.

Üsküp Terminali 2-3 katlı bir bina olup alt kat otobüs terminali için en üst kat ise tren istasyonu olarak kullanılmaktadır. Terminalde bir change ofisinde önce makedon dinarı aldım ve otobüs ayarlama işini sonraya bırakıp yürüyerek şehir merkezine gitmek üzere terminalden çıktım. Şehir sakin ve boştu. Çiçek açmış ağaçların kokusu beni çarptı yürürken ve Üsküp aklımda hep bu kokuyla kaldı... 
Üsküp'e hakim bir tepe üstüne dikilmiş şehrin her yerinden görünen devasa boyutlardaki gri beton bir haç hristiyan çoğunluk olan makedonların  şehrin sahibi olduğunun ezici bir ispatıydı. Üsküp'de eğer müslüman azınlık yaşayacaksa bu haçın gölgesinde yaşaması gerektiğini herkese göstermekteydi. 
Vardar nehri kıyısından ilerleyip müslüman yerleşimlerinin olduğu çarşıya ulaştım. Oturan bir gurup adama "türkçe bilen var mı " soruma "hepimiz biliyoruz" diye karşılık alınca rahatladım. Karnım aç olduğundan önce bir lokantaya girdim. Yemekler güzel ve temizdi pilav hariç çünkü nedense pilav çok sertti ve benim damak tadıma uymadığından pilavı yiyemedim. Yemeğin ardından beni çay içmeye davet eden bir müslüman türkle çay içip sohbet ettik. Vardar nehri şehri defacto olarak bölen bir sınır gibi bu şehirde. Nehrin bir yanı müslüman,  diğer yanıysa hristiyan bölgesi. İki kültür arasında herhangi bir sürtüşme olmadığını barış içinde yaşadıklarını öğrendim ama burada yaşayan müslümanlar Üsküp'ün bir hristiyan şehri olduğunu kabul etmesinin kaçınılmaz olduğunu da hissettim... 
sohbetin ve küçük dinlenmenin ardından bir taksiye binip tekrar otobüs terminaline döndüm ve penceresinde "İstanbul" yazısıyla birlikte Türkiye' nin popüler tatil beldelerinin isimlerini gördüğüm bir ofise girdim. İngilizce bilen müslüman  Boşnak bir kız olan Azemina bana bilet için yardımcı oldu ve direkt Dubrovnik'e otobüs bileti bulamadığımdan Dubrovnik'e 2 saat uzaklıktaki Montenegro (Karadağ) da "Herceg Novi" şehrine gitmek için bir bilet aldım. 2 saat kadar bir süre burada Azemina ile sohbet ederken Makedonya hakkında pek çok şey öğrendim. Ofiste satılan büyük Balkan haritalarından birini satın alarak tüm yolculuk boyunca ihtiyaç duyacağım haritama da kavuşmuş oldum. Azemina hemen haritayı açıp Herceg Novi' yi  ve otobüsün rotasını bana gösterdi. Haritadan bakınca pek de uzak olmadığını düşündüğüm Herceg Novi yolculuğu 14 saat sürdü ve ilk gecem yolda geçti ki dönüş için tekrar Üsküp'e geleceğimden son gecemin de yolda geçeceğini anlamış oldum...
Herceg Novi otobüsü beklediğimin aksine çok daha konforluydu ve otobüs içinde 4 kişinin etrafında karşılıklı oturabileceği bir masa olan 4'lü koltuklardan biri olan kolltuğuma yerleşip otobüsün kalkmasını beklemeye başladım. Yol arkadaşlarımdan ilki ve günler sonra Dubrovnik terminalinde Split otobüsüne binmek üzereyken tekrar karşılaşıp sarılacağım Koreli  Yup gelip karşıma oturdu. Yup Türkiye'den geldiğimi öğrenince memnun oldu çünkü Balkanlardan önce Türkiye'yi dolaşmış ve çok beğenmiş. Yup, Montenegro (Karadağ) yolcusu, sırasıyla tüm Balkan ülkelerini gezip Avrupa içlerine devam eden, benimle aynı yaşta ve benim gibi sırt çantalı bir gezgin benden bu konuda tek farkı onun çok zamanı olması benimse zamanımın kısıtlı oluşu...
Yup'la sohbet ederken boş olan 2 koltuğumuzun sahipleri de geldiler. 25 yaşlarında iki genç, onlar da Montenegro (Karadağ) yolcusuydu biri Makedon diğeri Montenegro'lu iki hristiyan. Gençler Montenegro da bir otelde çalışıyorlarmış makedon olan barmenlik yapıyormuş... Makedon genç çok neşeli hareketliydi yol boyunca uyumamıza izin vermeden sürekli bizi güldürdü...Onunla yaptığımız uzun sohbetlerden Makedonya'yı ve Balkanları bir  hristiyan açısından dinleme olanağı buldum.
Bu yolculukla Makedonya'ya daha sonra tekrar görüşmek üzere veda ettim. Ve otobüsümüz Kosova'nın içinde ilerlemeye başladı...

Kosova

Yolumuz Kosova'nın içinden geçti ve bir kere 30dk. lık bir mola verdik sadece. Kosova yemyeşil bir ülke. Dikkatimi çeken ilk şey evlerin tümünün çok bakımlı ve temiz oluşuydu. Evlerin hepsi bahçeli ve birbirlerinden ayrık nizamdaydılar.  Kosova zengin bir büyük tatil köyü gibiydi. Güzel, bakımlı evler avrupa ve amerikan arabaları... Hiç bir şey eski ve bakımsız değildi bu hali beni çok şaşırtmıştı çünkü öncesinde fakir küçük bir ülke bekliyordum. Mola yerinde marketten yaptığım alışverişte tüm Kosova' da yerel paranın yanında euronun da günlük ticarette geçerli olduğunu öğrendim. Kosova benim gözümde küçük ve mutlu mesut insanlar ülkesi olarak yer etti.

Montenegro (Karadağ )

Kosova' dan sonra son durağımız olan Montenegro'ya girdik. Montenegro' yu giderken gece olduğu için pek bir şey farkedemedim fakat dönüşte gündüz gözüyle görebildim. Gece Herceg Novi'ye gelmeden önce büyük bir mola yerinde yarım saat kadar yemek molası verdi otobüsümüz. Arkadaşlarla lavaboya gittik ama erkek tuvaleti dolu olduğundan barmen arkadaş kadınlar tuvaletine daldı. Ben diğerleriyle onun çıkmasını beklerken genç bir bayan yanımıza geldi ve durumu anlayıp bana bakarak çok değişik bir şiveyle : kadınlar tuvaletine seni arkadaş mı girdi ? diye sordu. ben de erkeklerinki doluydu herhalde çok sıkıştı diye açıklama yaptım.. bizim barmen çıktıktan sonra bayana izin verdik tabii girmesi için ve çıktıktan sonra birlikte dışarıdaki masaların birine oturup sohbet ettik. Montenegrolu bir melezmiş Annesi türk babası arnavutmuş. Türkiye'de teyzesi varmış ve ara sıra Türkiye'ye gezmeye gelirmiş. Ondan şoföre beni Herceg Novi'de indimesini tembih etmesini istedim, sağolsun şoförle onun dilinden konuşup u işi halletti...
Sabah erkenden otobüsümüz Herceg Novi' ye nihayet vardı ve son durakta indikten sonra hemen 2 saat mesafedeki Dubrovnik için bilet alırken Dubrovnik' de kaldığım sürece benimle arkadaşlık edecek olan Yunanlı bir çiftle tanıştım : Cyprio ve Veta
Bu yunanlı arkadaşlarla uzun uzun türk-yunan ilişkilerinden, ekonomi politikadan ve toplumsal  günlük yaşamdan tarihsel olaylara kadar pek çok konuda sohbet ettik. Bu yolculuk öncesinde yunanlılara karşı olan ön yargım onlar sayesinde dağılıp yok oldu, birlikte çok iyi anlaştık Dubrovnik' de soğuk tatlı şaraplar içerek güldük, onların samimi arkadaşlıklarını ve uzun sohbetlerimizi asla unutamam...
Herceg Novi, dönüşte gündüz gözüyle gördüğüm Montenegro'nun olağanüstü güzel sahil şehirlerinden biri. Montenegro'nun para birimi euro ve fiyatlar Türkiye'dekiyle hemen hemen aynı.


Croatia ( Hırvatistan )



Dubrovnik 

Dubrovnik' e gelmeden 1 saat kala sınırdan geçtik. Hırvatistan sınırına kadar otobüsten inmeme bile gerek kalmadan sınır polislerinden biri otobüse binip pasaportumu alıyordu ve geçiş işlemleri yapılıp şoför tek tek tüm yolculara pasaportlarını iade ediyordu fakat Hırvat sınır polisi beni otobüsten indirdi ve sorgulamaya başladı. Neden Hırvatistan'a geldiğimi, ne yapacağımı, rezervasyonlarımı sordu ve sonunda paramla birlikte kredi kartımı görmek istedi. O kısa ve sinirli görüşmeden sonra gayet ukala bir şekilde  lütfedermiş gibi geçişimi onayladı.
Bu kısa can sıkıcı durum Dubrovnik'i yukarıdan görünce unutuldu gitti tabii...
Dubrovnik hala yaşayan bir masal şehir benim için. Tüm eski kent taştan yapılmış bir kale içinde hala canlı hala olabildiğince gizemli. Dubrovnik terminalinden kale kapısına 20dk. lık bir şehir içi otobüsüyle ulaştım. Eski şehir tamamen aslına uygun şekilde korunmuş. Daha önce bu kadar temiz ve güzel bir şehir görmemiştim. Bu şehir sanırım herkesi olduğu gibi beni hemen içine alıp büyüledi. Kale içinde taş bir evde kaldım. Evin sahibi yaşlı  bir hırvat kadındı ve ingilizcesi benimkinden bile kötüydü ama hiç bir sorun da çıkmadı aramızda, nazikçe bana odamı, banyomu ve ihtiyaç duyabileceğim temel şeyleri gösterdi.. Evin üst katında o kalıyordu alt katta ben. Gördüğüm diğer evler gibi harika tertemiz ve düzenli taş bir evdi, 1 gece için 200 kuna istedi ki bu da gayet uygun bir fiyattı bu oda için. Duş alıp üstümü değiştikten sonra, yol yorgunluğunu iyice atmak, daha önceden ününü duyduğum hırvat şaraplarının hemen tadına bakmak için kendimi şehre, kalabalığın içine, daracık taş sokaklara bıraktım... Turist sezonunda şehrin nüfusunun büyük çoğunluğu turistlerden oluşmakta. Şehir içinde araç trafiği yok, sadece yaya olarak gezilebilmekte ki zaten şehrin sosyal yapılarının bulunduğu düz meydan dışındaki evlerin hepsi daracık merdivenli sokaklardan oluşmakta. Dubrovnik'i anlatmaya da gerek yok zaten bilinen popüler bir şehir... Gelelim şarap bahsine : Bu şehirde şarap içene kadar meğer ben ömrümde hiç şarap içmemişim ve bize Türkiye' de şarap diye zehir içirmişler ! Üstelik şarap fiyatları da tadına göre çok ucuz... Çok kısıtlı tatil bütçesi olanlar aynı şarapları marketlerden yarı fiyatına edinip sahilde bir güzel içebilirler. Ayrıca normal şarapların dışında özellikle, üstünde kırık buz parçaları yüzen soğuk tatlı şaraplardan denemelerini öneririm. O sıcak havada ve şehirde yapılan uzun yürüyüşlerin ardından buz gibi soğuk tatlı şarap tüm yorgunluğu almakta... Yemek olarak adriyatik kıyısında bulunulduğundan balık ve deniz ürünleri ile pizza gayet uygun.
Şehrin içindeki gezintiden sonra 70 kuna'ya bir bilet alıp kale surları üstünde bir yürüyüş yapıp şehrin tüm çevresini dolaştım. Şehre hakim bir tepede Üsküp'deki gibi giri beton dev bir haç dikkatimi çekti ama bence gereksiz çünkü şehrin her yeri buranın çok özel bir hristiyan kenti olduğunu haykırmakta zaten her yerden duyulan çan sesleriyle...
Hırvatlar çok medeni insanlar ve ülke için en önemli sektör turizm olduğundan her şey buna göre düzenlenmiş bu şehirde. Bir turist olarak verilen hizmetlerden son derece memnun kalıp hiç bir konuda zorluk çekmedim. Pek çok yerde kredi kartı kullanılabilmekte üstelik bankaların atm' lerinden de kredi kartı ile nakit olarak kuna çekilebilmekte...
Dubrovnik'de harika 2 gün geçirdikten sonra 2. günü saat 18:00 da Plitvice otobüsüne bindim ve Adriyatik sahillerini seyrederek yola devam ettim..


                                                                        
                                                                      Plitvice


8 saat kadar bir otobüs yolculuğu ardından gece 02:00 dolaylarında Plitvice'ye ulaştım.. Otobüs beni Plitvice Gölleri' nin bulunduğu milli parkın girişinde indirdi ve iner inmez çok soğuk bir hava beni çarptı. Titrerken hemen sırtçantamdan kalın kıyafetlerimi ve yağmurluğumu çıkartıp giyindim, neyse ki yol hali diyerek dağa çıkar gibi kalın kıyafetler almıştım yanıma.. Benimle birlikte otobüsten 2 turist daha inmişti ve şort ve t-shirtleriyle son derece hazırlıksız yakalandılar soğuk geceye.. Turistler 20'li yaşlarında Amerika'dan gelmiş gençlerdi : Lucy ve Tina... Kısa ve öz tanışma faslından sonra geceyi geçireceğimiz korunaklı bir yer aramaya başladım ve karanlık olmasına rağmen etrafta bir kaç kulübe gibi yapı farkettim. Kulübelerden birine girdikten sonra uyku tulumumu çıkartıp açtım ve yanımdaki arkadaşlarla sabahı bu kulübede tulumun altında karşıladık..
Sabah saat 7:00 da parkın kapıları açılınca biletimi aldım. Park içinde çeşitli güzergah ve uzunlukta çok çeşitli parkurlar var. Girişte alınan bilet üzerinde parkurun haritası da var ama tüm parkurda patikalar doğal ahşap döşeli olduğundan ve tabelalar sayesinde kör olmadığınız sürece haritaya ihtiyacınız kalmıyor ki içine girilen bu cennetin güzelliği insanı bir anlığına kör de edebilir. Pek çok güzel yer gördüm fakat Plitvice benim için asla unutamayacağım eşsiz bir cennet olarak kalacak.. Bu güzelliği anlatmak için kelimeler yerine çektiğim sayısız fotoğraf karelerinden bir kaç tanesini buraya koymayı tercih ediyorum...



Plitvice göllerinin diğer fotoğrafları için : http://www.flickr.com/photos/22473431@N04/sets/72157630184104344/



                                                                               Split                                                 
                                                                 
 Hırvatistan'ın Zagreb'den sonra 2. büyük şehri Split... Split'in eski tarihi şehri Dubrovnik gibi çok iyi korunmuş. Eski şehrin içinde bir hostelde kaldım, gayet temiz ve güzel bir yerdi. Palasın dışında pek çok eski tarihi taş evlerde de kalmak mümkün ve onlar sanırım daha ucuzdur ama ben 2 gecedir uykusuz ve yorgun olduğum için bunun için uğraşamadım.
  Split'de çok turistik bir şehir olmasına rağmen şehirdeki fiyatlar Dubrovnik'den biraz daha düşük gibi geldi bana ki bunun nedeni turistlerle birlikte çok sayıda splitlinin de burada yaşıyor olmasıdır. Palasın dışına çıkıp modern Split'i de gezmek için zamanım oldu ve genel olarak Hırvatistan'a özgü temiz sokaklar ve çok güzel taş evler burada da beni çok etkiledi.
Split'de kaldığım gün Hırvatistan milli futbol takımının bir maçı vardı Euro 2012'de ve Split sokkaları takımlarının formalarını giymiş hırvatlarla doluydu ki zaten ülkelerine olan sevgilerini hırvatlarda her zaman görmek mümkündür. Türkiye'de milli maç olduğu gün Türkiye milli takımının formasını giyip dolaşan Türk yoktur ama tabii lafa geldiğinde de bizden milliyetçisi de yoktur. Hırvatların ülkelerine olan sevgi ve bağlılıklarını takdir ettim. Milli takım maçını binlerce genç şehir stadyumuna kurulan dev ekranda izledi sırf o gençlerin üzülmesini istemediğimden maçı kazanmalarını istedim ama maalesef  İtalya' yı yenemediler.

 2 gecenin sonunda tekrar Dubrovnik'e döndüm ve tatilime orada devam ettim.. Hırvat bir arkadaşla birlikte gece o dar merdivenli sokakların birinde oturup sohbet ederek şarap içtik.
Hırvatlara genel amerikalı ve avrupalı turist gibi yaklaşırsanız sert bir duvarla karşılaşmanız kuvvetle muhtemeldir fakat samimi bir şekilde ilgilendiğinizi anladıklarında size kapılarını alabildiğine açarlar ki bunu Hırvatistan'ın hemen her şehrinde sohbet ettiğim insanlarla yaşadım...












18 Mayıs 2012 Cuma

Domuzlu...2012 Mayıs


Bahar çiçek kokuları ve ışıklı parmaklarıyla yine aklımızı çeldi ve kendimizi yine dağlara vurduk mayısın ilk günlerinde...
  Olabildiğince baharın keyfini çıkarmak üzere sırtçantamızı tıka basa yiyecek ve içeceklerle doldurduk, yola çıktık ama yükümüzün ağırlığı yüzünden Kadıyayla'dan Domuzlu'ya çıkmak yerine Sarıalan'dan inmeye karar verdik. Yaklaşık 30-45dk çıkış yerine 15-20dk lık iniş çok daha cazip geldi fakat geçen kış çok fazla kar yağdığından  patika ve civarı tamamen karla kaplıydı biz de sallana sallana inmeye başladık derelerin kenarından keyifle... Bu keyif biraz pahalıya patladı zira 15dk. lık yolumuz çok zorlu bir şekilde 5 saate çıktı ve dağda daha önce girmediğim bölgeelre girmiş oldum, yorucuydu ama kötü de olmadı. O akşam Domuzluya çok az bir mesafe kalmışken hava kararmak üzere olduğundan Kadıyayla civarına inip orada kamp yapmaya karar verdik.      
  Domuzluya ancak ertesi gün küçük sırtçantamızla çıktık, yine her bahar olduğu gibi yemyeşildi..
Yukarıdaki fotoğraf Domuzlu ve Kadıyayla arasındaki patikadan bir bölümdür. Kayın ağaçlarının taze yemyeşil yaprakları harikaydı..

  Domuzluya ilk çıkışım ve kampım yine mayısın ilk günleriydi, 18 yıl önce... Bu çıkışta yine o ilk çıkışımı anımsadım.. İlerleyen yıllarda sayısız kez orada kamp yapmış olsam da ilk kampımı hala anımsıyorum... 
Ağacın üstünde tulumların içinde,Lodos,orman,şarap veVan Gogh... 

5 Nisan 2012 Perşembe


Full Moon'un son 10 yılına dair küçük bir panoraması..

9 Ocak 2012 Pazartesi

Yalnız Bir Adamın Kitabı

Kitap Arkası Yazısı :
''Yalnız Bir Adamın Kitabı, yalnızlığa mahkum bir insanın iniltisi değil, kendini ifade eden bir insanın resmi söyleme başkaldıran çığlığı.''
Jean-Luc Douin, Le Monde
''Bir günlük olmanın ya da tanıklığın çok ötesinde mükemmel bir roman. XX. yüzyıl Çini'ni altüst eden büyük ve kanlı sarsıntılara ışık tutan, dramatik bir tespit! Totaliter yok edici mekanizma asla bu kadar yakından ve böylesine ödünsüz teşhir edilmedi.''
Diane de Margerie, Le Figaro
''Gao, her şeye rağmen, gene de pencerelerini hayallere ve ümide açmaya çalışıyor: kısacık, gizli aşklar, polisten kaçırabileceği üç beş sayfa yazmanın mutluluğu, mizahın ahmaklık karşısındaki gücü... Kültür Devrimi? İşte, dehşet yıllarının bir kaligrafın kaleminden içyüzü: korkunç ve inanılmaz...''
Andre Clavel, L'Express
 






Gao'nun bu romanı kendisinin defalarca reddetmesine rağmen aslında büyük bir intikam; ailesini katleden ve kendisini bir hayvana çeviren, kendi deyimiyle "sülalemizi becerdiler !" dediği Çin Komünist Partisi'ne attığı çok ağır okkalı bir tokattır. 


 Roman Gao'nun çocukluğundan itibaren içine doğup büyüdüğü toplumu ve kendi iç dünyasını onun gözlerinden görmemizi sağlayan otobiyografidir. 


 "Kültür Devrimi" sürecinde yaşanan anarşi ve terörü abartısız ve olası en yalın haliyle okura göstermekte, tam anlamıyla ÇKP'nin ipini pazara çıkartmaktadır ki o terör ortamında ailesi katledilen bir yazarın da elinden başka şey gelmediği açıktır.
Gao'da o süreçte bizzat kendisi de "isyancı" denen politik grupla birlikte parti içi mücadelede bulunmuş ve kaybetmiştir. Sürekli lanetlediği politikanın içine gırtlağına kadar batmıştır. Ve onun liderliğini yaptığı grubun diğerlerine karşı yaptığı işkenceler ve aşağılamalar da kitapta üstü kapalı anlatılmaktadır, yani Gao' da bu açıdan masum değildir...


 Gao, kitabın daha başından itibaren bana Primo Levi'yi çağrıştırdı ve onun "Bunlar da mı insan" romanını ki tabii ki Primo ve Gao birbirlerinden çok farklı karakterde kişilerdir ortak paydaları ise her ikisi de faşizmin kurbanlarıdır. Bu iki şahıs da korkunç bir terör ortamının içinde büyük bir ruhsal savaş vermişlerdir fakat Primo, Gao'dan çok daha büyük bir dürüstlük ve yüreklilikle her ne kadar o terörden kurtulmuş olsa da 
aslında yenilgiyi kabullenmiştir. Oysa Gao'nun kibri yenilgiyi asla kabullenmesine izin vermemekle birlikte iki büyük tutkusunda teselliyi bulmuştur : seks ve sanat


 Gao için bu roman Çin'deki kendisiyle bir hesaplaşmasıdır ve tabii ki onun aracılığıyla ÇKP ile bir hesaplaşması. Kendisinden öğrendiğimiz bir gerçek ki Çin'de devlet önemli değildir önemli olan devleti bir baskı ve terör aracı olarak kullanan ÇKP'dir, parti Çin'de herşeyden önce gelir ve kutsaldır.


 Pek çok kibir sahibi insan aslında kibri bir maske olarak taşımaktadır, büyücü Don Juan Matus'un dediği gibi "kibir kendine acımanın maskesidir" ve bu açıdan bakıldığında ben Gao' nun üstüne görmedim ki kendisi de bunu asla inkar etmemekle birlikte bu kibrin o terör ortamında kendisinin hayatta kalmasını sağladığını açıkça itiraf etmektedir. Romanda, Mao ile hesaplaştığı bölüm onun için Mao'nun hala ne derece önemli  bir figür olduğunu ortaya koymakta ki ona göre Mao  "Kültür Devrimi" denilen tüm o terörün ve anarşinin başlıca sorumlusu olan son ve en büyük Çin imparatordur. Bu konuda ona katılıyorum, Marxizm maskesiyle devasa bir uygarlığı kendi egosu için harcayan Mao ile ancak Stalin boy ölçüşebilir fakat bu yarışı Mao kazanmıştır çünkü bugün Stalin anıdığında lanetlenirken, Mao Çin'de büyük kitleler tarafından adeta bir tanrı gibi görülmektedir.


 Romanda yazar kadınlara olan ilk ilgisinin banyo yaparken gördüğü annesiyle başladığını itiraf etmekte hiç çekince duymamakta ve sürekli Çin'deki "ben"i ile Çin dışındaki "ben"i ni kıyaslarken aynı an da Çin'deki kadınlarla Çin dışındaki kadınları karşılaştırmaktadır. Çin'deyken bireyselliğini korumasında kullandığı en önemli güç cinselliğidir ve kadınlarla birlikteyken içinde bulunduğu devasa hapishaneyi bir anlığına da olsa unutmakta, ona insan olduğunu anımsatmaktadır. Çin'den kurtulduktan sonraysa kadınlar bu kez onun acılarını unutmasına hizmet etmektedirler. Kendisinin de açıkça söylediği gibi Çin'de evinde yalnızken onu hayata bağlayan iki şey masturbasyon ve gizlice yazdığı yazılardır. 


 Okur bir an "bir insan nasıl kendisini bu derece aşağılayabilir" diye düşünürken aslında Gao'nun bu romanı yazmasındaki amacını kavramaktadır : Gao'nun aşağıladığı ÇKP'nin elinde tutsak olan toplumda bir insanın ne derece tükenebileceğini göstermek ve bu şekilde salt ÇKP'ye değil aynı zamanda romanda bol bol gördüğümüz Çin toplumuna da okkalı bir tokat atmak. 


 Gao gerçekten de yalnız bir adamdır; hayatta hiç bir şeyden çekincesi ve korkusu kalmamış, canından, insan olmanın onurundan başka kaybedecek bir şeyi olmayan yalnız bir insandır Gao...


 Çin.. devasa bir uygarlık..İlk gençlik yıllarımın rüyalar ülkesi ki hala da öyle aslında... Ve Gao bizi dağların içinde bir Çin köyüne götürüyor ama o köy yaşlı bilge çinli ihtiyarların sohbet ettiği, genç erkek ve kızların pirinç tarlalarında çalışırken türküler söylediği şirin bir köy değil; herkesin birbirini gözetlediği, ihbar ettiği, kaba saba köylülerin olduğu acı dolu bir köy... Tabii ki bugün de o günlerde de her köy böyle değildi ama Gao'nun Çin'i böyle... 


 Roman av olmamak için vahşileşmiş, bu şekilde hayatta kalmış bir çakalın vahşi savaşımıyla doludur ve bir suç varsa bu suçlu onu bu hale gelmeye zorlayan Çkp ve Çin toplumudur, Gao bunu okura harika bir üslupla yansıtmakta kalmayıp üstü kapalı gizli bir uyarıyıda yapmaktadır : Faşizm dünyanın her yerinde pusuda bekleyen insanlık onuru için en büyük tehlikedir...

18 Eylül 2011 Pazar

Saklı Göl..


 1994 yılının 30 ağustos gecesi dolunay vardı ve geceyarısı 15-20 kişiyle birlikte zirveye doğru yola çıkmıştık fakat çok fazla yürüyemeden hemen olduğumuz yerde kamp yapmıştık. Amacımız göllere çıkmaktı ve sabah olunca zirveye doğru yola çıktık. gün boyunca yürümekten yorulmuştuk ve herhangi bir patikada da değildik sadece ilerideki zirveye doğru yürüyorduk.. Mola verdiğimiz bir esnada bir kaç kişi çantalarımızı almadan etrafı keşfe çıktık gölleri görebilmek umuduyla ve o keşif sırasında kayalıkların içinde göz hizamda bu muhteşem gölü gördüm.. göl kayalıkların içinde gizli bir cennet, bir vahaydı ve arkadaşlarla birlikte orada kamp yapmaya karar verdik.. İlk gecenin sonunda sabah kamptakilerin hemen hepsi zirveye doğru yola çıktı ama ben bir dostumla birlikte orada kamp yapmaya devam ettik, böyle bir yeri kolay kolay bırakmaya niyetimiz yoktu, bir kaç gece daha burada kamp yapıp sonrada dağın arka tarafındaki yaylalara gitmeye karar verdik...
  Başını kaldırmadan her durumdayken yıldızların görülebildiği ender yerlerdendir burası ve gece yıldızlar göl yüzeyine yansıdığında yıldızlar içinde bulur insan kendini..kesinlikle büyülü özel bir yer Saklı Göl..
Yukarıdaki fotoğraf yine geçen ağustos sonundaki çıkışımıza ait bir kare..