26 Ocak 2011 Çarşamba

Mask..Tef..Kurt ve Martı

Rüyada sabaha karşı bir odadaydım 3 kişiydik aslında ama biri dışarıya çıkmıştı ve az sonra gelecekti.  2 Mask getirdiler normal ham tef derisi henüz yaşken bir heykelin yüzüne giydirilip orada öylece kurutulup çıkartıldıktan sonra ahşap bir çerçeveye alınmış 2 ayrı deri mask... İkisini de inceledim,yüzlerdeki detaylar muhteşemdi,antik Yunan veya Roma heykellerine benziyorlardı. Bu maskların orada bulunuş amacı onlara vurularak alınacak bir sesin referans olarak kullanılacak olmasıydı ve ben incelemem esnasında dayanamayıp elimdeki deri maska parmağımla normal tefe vurur gibi hafifçe vurdum ama deri hiç esnek değildi ser ince bir kağıt gibi birden vurduğum yer yırtıldı... Yaramazlık yapmış bir çocuk gibi kendimi belli etmedne 2. maska da aynı işlemi uyguladım ama o da aynı şekilde yırtıldı.. Dışarıdaki adam çeriye gelince ona durumu anlatmadna bu masklardan başka bulabilir miyiz ? diye sordum ve bulabileceğimizi söyleyince rahatladım...

Bizim mahallenin meydanında ihtiyar çınarın altında bir sürü insan toplanmış bir adamı dinlemekteydi. Kalabalığa karışıp ben de admaı dinlemeye başladım. Adam hararetli bir şekilde dişi bir kurtla tartışmaktaydı. Kurt hiç konuşmuyordu sadece dinlemekteydi ama umursamazdı da. Dişi kurdun umursamazlığı devam ettikçe adam daha bir kızmaktaydı... Sonunda adam "ben senin için yılalrca uğraşıp kendimi bir kurda dönüştürmeyi başardım !" dedi ve o an adam bana bir kurt olarak göründü.. Dişi kurt panikledi önce ve ben acaba üstüme atlar mı bu diye düşünüp kendimi emniyete alırken havaya kırmızı uçan balonlar salındı, dişi kurt bu balonları görünce çıldırdı sanki ve havaya zıplayıp martı gibi beyaz bir kuşa dönüştü...  Kuş havada teker teker kırmızı balonlara gagasıyla saldırıp patlatıyordu..

Uyandım elim önce yan tarafta durması gereken telefonu aradı saati öğrenmek için ama telefon yoktu meğer alarmı çaldığında kapatıp yatağımın içine almışım :) Olur bazen böyle şeyler yani rüyadayken ansızın dışarıdan bir uyarı aldığımda uyanmış gibi davranışlarda bulunabiliyorum. Yıllar önce bir sabah uyandım ve saate baktım işe geç kaldığımı farkedince anne me nedne beni uyandırmadım saat kaç olmuş bak dediğimde annem şaşkınlıkla : seni uyandırdım,sen bana bugün işe gitmeyeceğini söyledin ben de tamam dedim.. güldüm tabii duruma o sabah :)  Bu sabah da telefonu yatağımın içnide bulunca yine güldüm öyle :)

24 Ocak 2011 Pazartesi

Düşüş..

İnsan işte böyle gökyüzüne düşmeli ille de düşecekse :)

 Geçen hafta  motora atlayıp pırıl pırıl bir gökyüzü altında dağa çıktım. Şehirde sis vardı ve dağ da sisliydi çok hafif ama pırıl pırıl gökyüzü altında sis zaten muhteşem oluyor... Yanımda fotoğraf makinam olmadığına bir an üzülsem de sonrasında güldüm bu bir anlık üzüntüme.. "oğlum yine hepsi sadece senin gözlerin için işte dedim kendi kendime :) O an var olup yaşayacak ve sonra yol olacak...

11 Ocak 2011 Salı

Diyalektik


 Antik yunan filozoflarından Herakleitos : her şeyin bir nehir gibi aktığını ve aynı nehirde 2 kez yıkanılamayacağını söylemişti. Bununla tabii ki kastı suyun sürekli aktığı gibi yaşamın da sürekli değiştiğiydi. Evrende her şey sürekli bir hareket halindedir. Durağan görünen her şey atomik düzeyde de olsa bir hareket halinde olup evren içindeki diğer nesnelerle de etkileşim halindedirler sürekli. Evrende hiç bir olgu bir başka olgudan tam olarak bağımsız değildir ki olması da mümkün değildir. 
 Diyalektik kavramı eski yunanda başlarda "Tartışma Sanatı" anlamında kullanılmaktaydı ama sonrasında kavram, "karşıtlık ilişkisinden hareketle doğruya ulaşma hedefli araştırma ve düşünme yöntemi" anlamına gelecek şekilde değişti. Değişim ve hareketin itici gücü çelişkidir ve diyalektik yöntem bu noktada çelişkinin mantığıdır. Herakleitos böyle demişse de bir yöntem olarak diyalektiği etkili bir şekilde bilinen ilk kullanıcı Sokrates'dir. Platon'dan günümüze ulaşan eserlerde Sokrates'in bu yöntemi nasıl kullandığı açıkça görülür. Yeniçağ Avrupa düşünce tarihinde diyalektiği yöntem olarak canlandıran Kant olmuştur ve ondan sonra da sırasıyla Hegel ve Hegel'de ters duran diyalektiği doğrultan Marx...
 Hegel'e göre değişim ve gelişim yani tarih, doğada ve toplumda somutlaşan ona yansıyan "Mutlak Tin" e dayanırken Marx a göreyse tam tersi olup idea'yı yaratan doğada ve toplumda yani insanın bilincinin dışındaki süreçlerdir.
Marx'ın diyalektik anlayışı materyalisttir yani bilgi duyular yoluyla elde edilir. Bilgi deneyimle elde edilir ve deneyimle sınanır. Bilginin saf düşünce ya da sezgi gibi duyu dışı yöntemelerle deneyimlenmeden elde edilmesine karşıdır. Marx'ın geliştirdiği bu diyalektik yönteme "Diyalektik Materyalizm" denir ve bununla tüm toplumsal süreçleri analiz etmişti. Diyalektik materyalizm bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar ve bu yasalar kurgusal olmayıp toplumun,doğanın işleyişinden içinden çıkartılmış tekrar bu işleyişe uygulanarak doğruluğu,gerçekliği denetlenmiş bilimsel yasalardır. Bu yasalar evrene dair gelişmenin değişimin anahtarlarını verir. zihinde düşünsel yasalar üretip bunu doğaya-topluma uygulamaz tam tersine mevcut sonsuz değişimin dayandığı doğal yasları bulup çıakrtır ve yine bu yasaları istenilen olguya uygular. Mesela bir ağacı incelerken aynı zamanda ağacın içinde olduğu ormana dair de bilgi edinilir ve ormana dair edinilen yeni bilgiyle tekrar ağaca dönülüp bakılır ve sonra tekrar elde edinilen yeni bilgiyle ormana dönülür..
Diyalektik materyalizm en net ve kısa tanımıyla "Marxizm"dir. Tarihseldir yani olguları tarihsel sürekliliği,devinimi içinde inceler ve bu yüzden Marx "Tarih öyledir çünkü o şartlar altında başka türlü olması mümkün değildir" demiştir. Şayet Marx bugün dünya yüzünde hakim olan burjuvazi sınıfına karşı olmayıp salt olguları açığa çıkaran bir burjuva filozofu olsaydı ismini duymayan, bilmeyen insan kalmaz adına sayısız methiyeler düzülürdü fakat malum nedenlerle hala insanlar tarafından bilinmemesi tanınmaması için uğraşılmaktadır hakim sınıf tarafından ama gelecekte bir gün mutlaka insanlar  bugünlere bakıp çok şaşıracaklardır eminim, böyle bir filozofu nasıl olur da kitleler bilmez araştırmaz, Marx'ı bilmeden nasıl üniversite mezunu olmuş insanlar diye...

7 Ocak 2011 Cuma

Çocuk ve Oyun-1


 Çocukluk pek çok şeyden öte “oyun” demektir. Çocuklukta oynanan oyunlar onun kişiliği ve karakter gelişimiyle içine doğduğu toplumun temel kodlarını alması konusunda en belirleyici etkendir. Oyunla hayalgücü beslenir büyür. Çocuğun oyunları temelde 2 ‘ye ayrılır : Bireysel ve toplumsal oyunlar. Bireysel oyunlar onun iç dünyasını, toplumsal oyunlarsa içine doğduğu toplumu keşfetmesidir.Oyun çocuk için çok ciddi bir iştir, oyun çocuk için çocuk oyuncağı değildir…Babamın bana aldığı ilk oyuncağımı verişini hala unutamam ki sanırım 1 ya da 2 yaşındaydım, o oyuncağım plastikten yapılmış minyatür bir minik gitardı. Ona “dım dım” denirdi, sonraki oyuncağım ise plastik beyaz bir arabaydı.
Okul ve derslerden arta kalan zamanlarda çocuk oyun arar ve herhangi en basit şey bile birçocuğun elinde oyuncağa dönüşebilir çünkü bizzat hayatın kendisi çocuk için oyundur.  Bir oyuncağı kullanarak çocuk büyülü bir diyara girer ve insanoğlu toplumsallaştıkça o büyüden kopar ki yıllar sonra duyacağı çocukluğa özlem aslında yaşamın o büyülü yanıdır. Çocuklar büyü ile büyürler…
Çocuğun diğer çocuklarla birlikte oynadığı oyunlar o büyülü diyara toplu bir seyahate dönüşür. Toplumsal silsile yoluyla öğrenilen oyunlar çocuğu toplum yaşamına sokan kodlamalarla doludur. Bu oyunlarla çocuk rekabeti, paylaşmayı,kazanmayı,kaybetmeyi,dostu ,düşmanı velhasıl insanlar arası tüm ilişkilerin temel kodlarını alır. Bu tür oyunlar çocuğu topluma hazırlar yavaş yavaş. Çocuk  oyunla toplumsallaşıp “ben de varım” der. Oyunlar  iki farklı mekanda oynanır : ev ve sokak…

SOKAK OYUNLARI

CİLLİ İLE OYNANAN OYUNLAR :

Cilli : Bazı yörelerde misket veya bilye olarak bilinir bu küçük, şeffaf cam küreler. Biz cilli derdik hatta pürüzsüz nesneler için de “cilli gibi” terimi kullanılırdı. Bu cilliler de kendi içinde sınıflara ayrılırdı. Yanardöner cilli içinde birbirlerine sarılmış koyu renkli kuşaklarlar olurdu ve bu kuşak kürenin bir çeperinden başlar diğerine kadar uzardı ki özellikle bu tür cilliyi güneşe kaldırıp içine bakınca muhteşem ışık oyunları algılanmaktaydı. Sırf bu bile başlı balına oyundu.  Kemik tabir edilenleriyse ismini kemik gibi beyaz olmasından alırdı ve bunlar hiç şeffaf değildi. Kemiklerin yüzeyleri renkli damar şeklinde incecik kuşaklar olurdu. Bunlar diğerlerinden değerli de olsalar ben pek semezdim çünkü ışığı geçirmediklerinden güneşe kaldırılıp içine bakıldığında hiç bir şey görünmezdi. Bu cillilerle çeşitli oyunlar oynanırdı ki bu oyunlardaki nihayi amaç rakiplerden daha becerikli davranıp karşılığında rakibin cillisini kazanmaktı.
Baş : Yere düz bir çizgi çizilir ve kararlaştırılan sayıda oyuna katılan tüm oyuncular cillilerini bu çizgi üstüne koyardı. Bu çizgiye paralel 6-7m. ötesinde bir çizgi daha çizilirdi bunun adı “Kale”ydi ve cillilerin yanından önce herkes bu kaleye atış yapardı. Kaleye en yakın atış yapan 1. olmak üzere daha sonra diğerleri sıralanırdı ve bu kez 1. olan önceden dizilmiş cillilere atış yapardı. Cilli sırasının ilk sol başındaki cilliye BAŞ denirdi. Atıcı cillilere atış yapar ve vurup sıradan çıkarttığı cillinin sağındaki tüm cillilere sahip olurdu,dolayısıyla herkes Baş ı vurmak isterdi çünkü başı vuran hepsine sahip olurdu. Bu ilk atış ayakta yapılırdı ve atıcı dilediği gibi atış yapmakta serbestti tabii ki ayağı Kale çizgisinde olmak kaydıyla yani herkes aynı mesafeden önceki atışın belirlediği sıralamasına göre atış yapardı. Oyuncular ilk atışlarını yapar ve atışta kullandıkları kendi cillisine kimse dokunmazdı ve bunların sonunda ortada hala cilli kalmışsa bu sefer cillilere en uzak olan oyuncu, eli yere bitişik olarak cillisini parmaklarıyla kullanarak cillilere atış yapardı ve yine hangi cilliyi vurmuşsa onun sol tarafındaki tüm cillilere sahip olurdu.
Mors : Bu oyunda yere bir kenarı 10-15 cm. olan bir üçgen çizilirdi. Oyuncular birer tane cilliyi üçgenin içine yerleştirirlerdi ve üçgene 6-7m. uzaklıkta çizilmiş bir çizgiye(Kale) önce sıralama için atış yaparlardı. Kaleye en yakın olan 1. olur ve bu belirlenen sıralamaya göre üçgenin içindeki cillilere atış yapılırdı. Yapılan atışla morstan çıkartılan her cilliye oyuncu sahip olurdu fakat burada belirleyici bir kural atış yaptıktan sonra kesinlikle kendi cillisi morsun(üçgen) içinde kalmamalıydı bu bir fauldü ve bunun cezası o atışla çıkarttığı cillileri tekrar morsa koymakla birlikte ilaveten 1 cilli daha cebinden çıkartıp morsun içine koymasıydı. Ne kadar çok faul olursa o kadar cilli artardı morsun içinde. Morsun içindeki cilliler bitene kadar oyun sürerdi.
Yılan yolu : Benim en zevk aldığım oyun buydu ama oyunun öncesinde zahmetli bir hazırlık aşaması vardı. Yılan yolu için boş toprak bir arsa gerekliydi ve bu arsada elelr kullanılarak10-15cm genişliğinde kenarları kumdan yılan gibi gelişi güzel uzanan bir yol yapılırdı, yol kıvrıla kıvrıla tüm arsayı kaplardı. Yolun başlangıcı ve tabii sonu vardı ama bu son bir yılanın kafasını simgelemekteydi ki bu kafa kısmında kumdan küçük bir tepe olup hedef bu tepeydi. Yılan yolunda küçük yuvarlak kuytular açılırdı ki bu kuytulara giren (yaptığı atışla bunu başaran) ek bir atış hakkı kazanırdı çünkü normalde her turda her oyuncu tek bir atış yapardı ve eğer atışışla yolda ilerlerken yoldan çıkarsa başlangıç çizgisine dönmek zorunda kalırdı. Yolda atış yaparak ilerleyen oyuncu diğer oyuncunun cillisini vurmayı başarırsa yine ek bir atış hakkı kazanırdı ama her oyuncu diğerinin rakibi olduğundan bu vurma işini çok dikkatli yapmalıydı çünkü ek atış hakkı elde ederken rakibini hedefe yaklaştırabilirdi. Rakip oyuncunun cillisini yoldan çıkartırsa o rakip de oyuna en baştan başlamak zorundaydı. Yılan yolu çok uzun soluklu ama çok keyifliydi zaten bir oyuncu hedefe ulaştığında oyun biterdi.

6 Ocak 2011 Perşembe

Mahabharata...


On bir yıllık bir çalışmadan sonra, 1985 yılında Peter Brook ve Jean-Claude Carriêre, Avignon şenliğinde, İ.Ö. IV. ya da V. yüzyıla kadar uzanan söylenceleri, serüvenleri ve Hint kültürünün dayandığı inançları bir araya toplayan Mahabharata’nın, bu destansı engin şiirin, sahneye uyarlanan bir yorumunu sergiliyorlardı. Bu oyunun (dokuz saate yakın sürüyordu) olağanüstü başarısından sonra, aynı yazarlar tarafından tümüyle yeniden hazırlanan senaryo üzerine bir film çekildi, daha sonra da birer saat altı bölümlük televizyon dizisi yapıldı. İşte şimdi de Mahabharata romanı karşımızda. Jean-Claude Carriére, ‘değişik düzeylerden hiçbir şey yitirmeden’, sahne ve sinema uyarlamalarında yer verilmeyen kimi bölümler ve yorumlar da katarak ‘öykünün tümünü kolayca okuma olanağı sağlamayı’ amaçlamıştır. Bir Hint geleneği şöyle der: ‘Mahabharata’ta bulunan her şey başka yerde vardır. Onda olmayan şey hiçbir yerde yoktur.’ Orada insani öfkenin yarattığı korku ve tanrısal kaprisin gizemi görülür. Orada kaygılı bir krala, şeytan büyücülere, karşı konulmaz kadınlara, dalaverecilere ve tanrılara rastlanır. Orada, herkese göre rolü belirgin olmayan tuhaf ve güleç Krishna’yla birlikte yürünür. Ama özde, bu öykünün işlediği konu, inatçı bir tehdit ve yinelenen şu sorudur: Bu dünya yıkılacak. Her şey bunu gösteriyor. Bu yıkılma gereksinimi nereden geliyor ve bunu önleme olanağı var mı?

 Bu kitabı bulup Mahabharata ile buluşmam benim için yaşamımdaki ince olaylardan biridir.  90′lı yılların başında bir gün,hemen her gün olduğu gibi Bursa’da Burç pasajındaki kitapçıların önünde sergilenen kitaplara bakmak için gittim ve pasajın içinde ağır ağır yürüyüp dikkatimi çeken kitaplara bakıyordum. Yürürken bir kitap gördüm daha doğrusu kitabın ismini :”MAHABHARATA” O an olağanüstü bir şey yaşadım, bu an’ı rüyamda görmüştüm. Ve Mahabharata’ ya girişim bu şekilde bir rüya ile gerçeğin çakışmasıyla oluşan güçlü bir şokla başlamış oldu ki bu  olayın üstünden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bu olaydan çıkmış değilim…
Hintçe “Mah” büyük, “Bharata” ise Ülke demektir. Hintliler kendi ülkelerine kendi lisanlarında sadece ülke derler, Mahabharata ise Büyük Ülke demektir. Destan Sanskritçe dilinde olup dünyanın en uzun şiiridir.
Temelde ülkenin krallığında hak iddia eden 2 ailenin savaşımı anlatılmakla birlikte bu olaydan bağımsız sayısız hikayeler de yer almaktadır. Mesela “Bhagavad Gita” destani Mahabharata içinde bir bölümdür fakat temeldeki olaydan bağımsız bir destandır. Gita’ ya “Mutlu yaşayan adamın ezgisi” denir. Büyük Savaşı başlatmak için Arjuna savaş arabasıyla iki ordunun tam ortasına gelir ve eline savaş borusunu alıp üfleyeceği an bir an duraksar. Ömrü boyunca o savaşa hazırlanmış efsanevi yenilmez  Arjuna birden derin bir kedere gömülerek silahlarını toprağa bırakır ve arabacısı biricik dostu Krishna’ya dönerek “Savaşmayacağım burada durup sadece kendimi savunacağım” der. Bunun üzerine Krishna savaşın,doğumun ve ölümün ne olduğunu,her şeyin doğasını uzun uzun Arjuna’ya anlatır ve neden savaşması gerektiğini de. Krishna Arjuna’yı alıp sonsuzluğun içinde bir yolculuğa çıkartır ve en sonunda dostuna kendi evrensel görünümüne bürünüp görünür. Arjuna o görüntüye baktığında sayısız devasa orduların,yıldızların,tanrısal yenilmez silahların nasıl onda doğup  yine onda yok olduğunu hepsinin tekrar tekrar dönüşümünü görür.
Mahabharata zihnimde öyle bir şekilde yer etti ki zamanla bu yüzden filmini izlemek istemdim çünkü benim gördüğüme benzemeyeceğine çok eminim. Krishna Arjuna, Bishma, Drona gibi karakterleri hangi oyuncu canlandırabilir ki ! imkansız bu…
Mahabharata da insan ruhunun pek çok gizemli yerleri tasvir edilir. Daha hikayenin başında “zaman” kırılır… Vyasa,  Mahabharata’nın anlatıcı ozanıdır. Destanı en başta sadece o bilmektedir  ve ormanda münzevi olarak yaşamaktadır. Destanda bahsi geçen krallığın yüzlerce yıl sonrasında yaşayan bir prensin yanına Ganeşa gelir ve ona krallığın büyük büyülü bir geçmişi olduğundan bahseder ve bunu da sadece Vyasa’nın bildiğini. Prens meraklı bir çocuktur ve öğrenmek ister o esnada Vyasa ormandan çıkagelir ve destanı anlatmaya başlar Ganeşa da yazmaya. Destanı anlatırken olaylar canlı olarak önlerinde serilir prens,Ganeşa ve Vyasa’nın ve direkt olayın içine girerler. Vyasa anlattıkça olaylar serilirken aynı zamanda olaya dahil olurlar ve yaşarlar. Bazen görünmezler destandaki kahramanlara bazense görünürler ve onlarla konuşurlar hatta bir ara krallığın geleceği bir prens doğmaması yüzünden tehlikeye girer o esnada yaşlı Vyasa prensesle cinsel ilişkiye girerek yeni prens dünyaya gelir.
Gizemli bir destan demek Mahabharata’yı küçümsemektir aksine Mahabharata bitmemiş, durmadan yenilenen ve bana göre günümüzde bile hala sürmektedir…
Yıllar önce bugün Mahabharata olarak bilinen yere gittiğimde bir olay gelmişti başıma buna dair. Ormanın kenarında bir ağacın alında oturan ihtiyar bir hinduya rastladım yanına oturdum,ikimiz de kendi lisanlarımızda konuşmaya başladık ve bir an bana geldiğim yerde yaşam nasıl diye sorduğunda ihtiyarın  tüm dünyanın Bharata yani ülkesi olarak algıladığını farkettim. ve cevap olarak sadece  gülümsedim :)

Kara Taş Ak Taş Üstüne



Paris'te öleceğim boşanan yağmurlarla,     
anısını şimdiden yaşadığım bir günde.
Paris'te öleceğim - bu da koymuyor bana -
belki de bugün gibi, bir güz perşembesinde.
Bir perşembe olacak, çünkü bugün, perşembe,
yazarken bu dizeleri durmadan sızlıyor kolum,
ve hiçbir gün, geçtiğim yollarında yaşamın,
yalnızlığı içimde bugün gibi duymadım.

César Vallejo öldü, dayak yiye yiye herkesten,
oysa kimseyi de incitmemişti:
koca sopalarla vurdular,
kalın urganlarla dövdüler;
tanığı perşembeler, kollarında kemikler,
yalnızlık, yağmurlar, yollar....

 Büyücünün deyimiyle "şeylerin özünü görümüş.." Görmüş ama savaşıp özgürleşmek yerine gördüklerini olası en yalın halde ifade ederek delirircesine kendine özgürlüğün özlemini ayırmış.. 
Geçtiğimiz yıla dair buün düşündüm biraz.. ne yaptım ben 2010'da nasıl geçti ? yeni bir şey oldu mu bu yılda ? anımsanacak mı ileride hiç unutulmayacak mı ? bunlar had safhada geyik ve gereksiz lakırdılardan başka değil sanki sürekli yinelenen bir zaman olgusu varmış gibi..ama ne kadar kabullenilmesi zor da olsa içten içe inkar da etse insan evren asla eskiye gitmez.. 
Garip gelmiştir hep perşembeler..perşembe dediğin insnaların kendi kurdukları düzende peş peşe dizip sonra çevirip durdukları gün isimlerinden başka bir şey değil elbette... Bu açıdan bakıldığında perşembe tuhaftır, bir hafta geçmiştir sanki ama tam olarak da geçmemiştir yani yarın cuma'dır...

Şakır şakır yağmur altında dayak yiyerek ölmek Paris'te.. Nerede olduğu şehir önemli mi ? Kesinlikle çok önemli.. Paris'te bir sokakta.. Çok ilginçtir usta Orhan Veli şöyle demişti :

"Baka kalırım giden geminin ardından..
 Atamam kendimi denize dünya güzel
 Serde erkeklik var,ağlayamam..." 

 Usta bu dizeleri  Paris'e olan özlemiyle yazmıştı.. hiç gitmemişti Paris'e ama tüm sokaklarını cafelerini ezbere biliyordu sanki,öyle bir sevgisi içsel bir bağı vardı o şehirle kendisi arasında.. Böyle bir bağı hissetmeyenlere bu çok tuhaf,saçma hatta patolojik gelebilir ki bu da normal bana da pek çok normal şeyleri insanların patolojik gelmekte,neyse o ayrı konu... ama kendimden biliyorum insan hiç gitmediği bir şehre ya da ülkeye ya da bir denize ya da dağa ne bileyim kişiyi artık ne çekmişse öyle bir şeyle derin bir bağ kurabilir, çok normal bu çok insanca ve ben biliyorum ki Cesar mutlaka ikindi vakti,kurşuni bir gökyüzü altında sendeleyerek sağa sola çarpmamak için çekinerek,nedenini bildiği halde yine de deli gibi "neden !" diye bağırmak isteyerek ama bağırmadan hatta görmesin diye kimse kuvvetle ihtimal başını eğip gülümseyerek ölmüştür Paris'te bir sokakta...

Bu duruma bizim mahallede düşün seni düşlediğine uyanmak denir :) Hazin bir andır bu uyanış dehşet hüzünlüdür lafını etmeye değmez,ortada kala kalmışsındır işte... 

neyse böyle kurşuni bir perşembe akşamında aklıma geldi bu şiiri yine Cesar'ın..

4 Ocak 2011 Salı

       UMUTTAN SÖZ ETMEK İSTİYORUM
Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum. Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum. Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum.
Yalnızca acı çekiyorum bugün. Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı. Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık ta, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik te olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.
Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım bir sebebe bağlanamaz, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar.
 Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.
Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki?
Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.
Cesar Vallejo
Çeviri : İsmet Özel

Bu kadar açık,bu kadar yalın ve bu kadar mı dürüst olur bir insan ! Hele açların acısına dair söyledikleri yoruma yer bırakmıyor...
 Eskiden biri sorduğunda "neyin var.. ne oldu ? diye, tatl tatlı canım sıkılıyor derdim.. bir nedeni yok öylesine kendiliğinden tatlı tatlı sıkılmakta canım.. ama bugün bu gri pus içinde tadı tuzu yok sıkıntının..buz gibi bir tecavüz gibi bu sıkıntı...kar yağmadan da gitmez..
Ağlıyordum yine böyle bir günde 3-4 yaşındaydım,ev kalabalıktı ve susturamıyorlardı. Ayakta yanaklarımdan yaşlar süzülerek ağlıyordum,bayram günüydü biliyorum herkes bizim evdeydi bir ara sordular "ne istiyorsun ?" o an düşündüm ve turşu istiyorum dedim..aklıma o gelmişti hiç unutmam sırf gitsinler diye başımdan çünkü o durumda başıma gelip ilgilendiklerinde kendimi suçlu hissediyordum. Komşu annem elindkei içi turşu dolu kocaman kaseyi bana uzattı al dedi kızanım bak sana getirdim..ben hala ağlıyorum "hayır..bu olmaz.." hani turşu istemiştin al işte turşu dediler bende cevap hazır : Lütfü aga'nın turşusu değil ! herkes gülmeye başladı kahkahalarla..ben ağlıyorum hala..
Bu olaydan 15 yıl kadar sonra yine evde bu kez bahçede bir gün batımında kızaran ufka bakarken farkına varmadan ağlamışım..annem beni öyle görünce "ne var.. nedir derdin söyle çözelim ?" yok dedim bir şey hiç bir derdim de yok.. içeriye geçmiş annem babamın yanına ve arkadan babam geldi.."nedir oğlum derdin söyle bana.."
 Sonra bu durumun ne büyük bir bencillik olduğunu gördüm ve asla belli etmemeye çalıştım bu hallerimi sevdiklerime çünkü bu üzülmeleri gerekip bir şeyler yapabilecekleri bir durum değildi.. Sevdiğim birini o durumda nasıl görmek istemiyorsam benim de görünmem büyük bencillik olurdu. Anne baba kardeş ve dostlar içinde buna en dirayetli olan babam çıkmıştı. bir tek o olayı dramatize etmeden direkt çok ince bir şekilde "oğlum hayat böyle ve elinden geleni yapacaksın hemen öyle su koyuvermek yok..." özünde durumdan çıkmamı sağlardı. Ama dedem bu konuda kraldı : o durumdayken ben, buruş buruş şefaflaşmış zar gibi ince derili elinin uzun ince işaret parmağını kalbimin üstüne koyardı ve parmağıyla kalbimin üstüne bir çerçeve çizerken aynı anda şöyle derdi : "demek gürcan'ın canı sıkılmış..o zaman canına bir pencere açalım..oradan dışarıya baksın da sıkıntısı geçsin..."
 O günlerden uzun yıllar sonra bir gün kötü bir dönenimde anımsadım bunu ve o an durdum yolda yürürken ve etrafıma baktım..dikkatle neredeyim ne var etrafta..gerçekten işe yaramıştı :)

3 Ocak 2011 Pazartesi

Demir kuş kafası

Dün sabah uzun uzun şehrin yıkık surlarını seyrettim yine. Bu yüzdendi sanırım bugün sabaha karşı rüyada bir kale kapısından girdim içeriye. Dün seyrettiğimin aksine beyaz parlak taştandı kale ve kapısından girdikten sonra geniş basamaklı merdivenlerinden şehre doğru çıkarken birden durdum. Dolunay vardı ve o beyaz taşlar parlamaktaydı ay ışığında.. Hemen her yerde bir çift sevgili olabilir ve ansızın onlara rastlarsam hem kendimi hem de onları korkutabilirim, genç çiftlerin böyle bir gecede, bu loş tenha yerde olması çok normal ben olsam kesin olurdum diye muzipçe düşündüm... Yerde önce  kesilmiş yeşil ağaç dalları gördüm ve sonrasında demirden bir kuş kafası figürü. ince oyma işi değildi. 10-15cm ince bir gaga ondan küçükçe bir baş ve yuvarlak bir göz. gümüş gibi parlasa da o Ay ışığı yüzündendi gümüş değil çeliktendi kuş kafası. ve yerde daha sonra aynı kuş kafasındna bir sürü gördüm..gelişi güzel etrafa atılmış gibiydiler.