30 Aralık 2010 Perşembe

Narziss ve Goldmund



Kitap Arkası Yazısı :
Narziss ve Goldmund, kişilikleri ve dünya görüşleri çok farklı iki insan arasındaki sıradışı dostluk eksesinde, yaşam, ölüm, sanat, us, aşk, tutku ve cinselliğin izini sürüyor. Bir yanda bilge Narziss, öte yanda sanatçı Goldmund; ikisi de kendi yolunda, “kendini gerçekleştirme” yolunda mükemmel’e ulaşmaya çabalasa da, mükemmel’e karşıt yönlerden yaklaşmayı başarabiliyorlar ancak. Karşıtlıkların iki insanı birbirinden koparmadığı, tersine, birbirini bütünlemelerini sağladığı bu roman, ortaçağda geçmesine karşın güncelliğini hep koruyacak, bugün olduğu gibi yarın da çağdaş dünyaya önemli mesajlar    vermeye devam edecek.

Afa yayınlarından çıkan kitabını okuduğumda 17 yaşımdaydım ve o zaman Hesse’nin kitap kapakları harikaydı fakat yıllar sonra tekrar basılan bu kitabın yeni kapak resmini hiç beğenmediğimden buraya koymayı uygun bulmadım ve bu yüzden Hesse’nin konuya uygun yukarıdaki  fotoğrafını koymuş bulunmaktayım…
 Öncelikle belirtmem gerekir ki yukarıdaki kitabın arka kapak yazısında Hesse’nin bu eseriyle ilgili bazı düşüncelere kesinlikle katılmıyorum ! Narziss ve Goldmund birbirlerine karşıt değil aksine birbirlerinden ayrı  ama sonu aynı olan yollardadırlar. Ayrı ayrı iki kişi gibi görünen karakterler aslında Hesse’nin kendi içinde yaşadığı o derin çelişkinin dışavurumudur. Bilgi yolunda ilerleyen her insanın yaşamının bir yerinde düşebileceği bir çelişkidir bu : Akıl – Sezgi.  Narziss gerçeğe ulaşmada akıl ve sağduyuyu iken Goldmund  sezgi ve tutkudur. Olayın şaşırtıcı yanı Hesse gibi biri nasıl olurda bu ikisini sentezleyemez ama bir başka açıdan bakıldığında da şunu görürüz o bu sentezi istedi mi ? Benim kişisel görüşüm hayır bunu yapabileceğini çok iyi bildiği halde aksine bunu yapmadı. Hesse bana göre şeylerin özünü görmüş ve bir mum gibi etrafını aydınlatarak tükenmiş kendisine salt özlemi ayırmıştır. Onun bu tutkusu karşısında hayranlıkla eğilmemek elde değil… Onun bu acıları snatsal yaratımında katalizör etkisi görüp o acılarla beslenerek yaratmış ve kendini gerçekleştirmiştir. Bu noktada Goldmund bana Van Gogh’un düştüğü tuzağa düşmemiş hali gibi gelir…
  Goldmund bir heykelraş maskesiyle insanoğlunun tüm hislerini ve bu hislerin bedenene nasıl yansıdığının mükemmel şekilde gözlemlemektedir ve bir yerde dehşet içinde acı çeken bir kadının yüzündeki ifade ile mutluluğun doruğunda -orgazm esnasında- bir kadının yüz ifadesinin aynı olduğunu yakalamıştır. Narziss ise insan ruhunun doğal eğilimine göre kendi yolunu çizmesi gerektiği ve bunda doğru-yanlış olmadığını sonuçta eğilim ne yönde olursa olsun tek yanlışın bu eğilime uymamak olduğunu farketmiştir. Ve Goldmund’ a “eğer manastırdan kaçıp bir sanatçı olmasaydın senin gibi eğilimler taşıyıp da bunu gerçekleştirmeyen pek çok keşiş gibi gizemciliğin ağına düşecektin ” demiştir. Hesse’ye göre gizemcilik ucu bucağı olmayan sonsuz bir ortamdır bir yol değildir.
 Romanın başındaki manastırın önündeki kestane ağacı tasviri muhteşemdir ki Hesse’nin edebi gücü üslubu tartışılmaz üst boyuttadır. Hesse bu yönüyle Goldmund’dur. Hesse normal yaşamında ortaçağ karanlığında Narziss’in manastırına sığınmış yaşarken romanlarıyla Goldmund olur ve dünyanın tüm zevklerinin kucağına kendini atar. Onun gönlüdür Goldmund ki hikayenin sonunda bunu iyice hissettirir, coşkuya kapılır ve ölürken Narziss’ e “benim bir annem var ama senin annen yok ve sen Narziss bu durumda nasıl ölebileceksin !” diyerek içindeki Narziss’e öldürücü darbeyi vurur. Ölüm bu noktada Hesse’nin gördüğü gibi yaşamın karşıtı değil kişinin öz karşıtıdır. Herkes ölecektir ama mesele ölebilmektir ışıklar içinde ölüme kucağını açabilmekte. Her yol gibi tüm yollar uçurumda son bulacak ve o uçuruma kolarını açarak atlayabilmektedir huşu içinde kendini sonsuzluğa bırakabilmekte. Bunu Goldmund yapmıştır, Narziss’in varabileceği nihai nokta ancak huşusuz,  sızlanmamadan, sessiz bir kabulleniş olacaktır ki bu da erdemdir.
 Narziss erdemdir,itaattir,çalışkanlıktır,özveridir,saygıdır,sağduyudur,iradedir… Goldmund ise tüm bunların karşısında tutkulu bir aşktır…
 Hesse’nin diğer eserleri gibi otobiyografik bir eserdir her ne kadar hikayenin geçtiği çağ ortaçağ veba salgını olsa da  bu esere bir ortaçağ romanı  asla denemez,hiç alakası yok, tıpkı bir başka otobiyografik eseri “Sidharta” nın  budist külliyatına sokulamayacağı gibi.  Avrupa ortaçağı bu noktada Hesse’nin genel kurgusuyla ilintilidir. Hesse kendi karanlık ortaçağındadır ve gelecek aydınlığın tohumları da yine o karanlığın içindedir. Veba salgını Hesse’nin tüm yaşamı boyunca yakasını bırakmayan ruhsal fiziksel ızdıraplarıdır.
  Goldmund yaşamının en önemli eserlerini verdiği yaşlılık döneminde neden manastıra dönmüştür ? Manastır onun başladığı yerdir ve kaçıp gittiği hapishanedir ama aynı hapishane yaşlılığında onun sığınağı olmuştur… Ne olabilirdi eğer manastıra gitmeseydi ? Gününü gün ederek yaşadığı için sonunda şanslı ise başını sokabileceği bir kulübe bulur ve boğaz tokluğuna yaşayarak ölümü bekler ya da manastıra dönene kadar yaptığı gibi şehir şehir dolaşır ama bu kez insanları cezbedebileceği bir gençliği olmadığı için kuvvetle muhtemel bir dilenci olurdu. ama hayır manastırda aldığı latince ve din eğitimini kullanarak belki latince dersleri falan verebilirdi :)
 Sonuçta her ihtimalle manstıra dönmeseydi o sürdürdüğü yaşamı daha fazla sürdüremezdi ve yerüzüne çıkmayı bekleyen o muhteşem heykeller çıkamazdı onun ellerinden…

Yol..





 
"Gençliğimden beri en büyük acım, bütün neşemin ve dertlerimin kaynağı, yüreğimle gövdem arasındaki sonu gelmeyen o acımasız çatışma olmuştur...ve ruhum da bu iki ordunun karşılaşıp dövüştüğü bir arenadır." Kazantzakis

Samuray


Samuray, eski Japoncada “hizmet etmek” manasına gelen saburau kelimesinden türemiştir. Samuray ölüm korkusunu yenmiş kişidir,kendisini zaten ölümüş kabul eder ve bu yüzden ölümden korkmasına da gerek yoktur. O bağlı olduğu efendisi “Daimyo” ya kayıtsız şartsız bağlıdır elinde kalan tek şey ise dokunulmaz olan onurudur. Yaşam felsefesi kökleri Zen ve Şinto’ya dayanan “Bushido” dur. Bushido “Savaşçının Yolu” demektir. Bushido çok katı ve keskin ilkelerle belirlenmiş bir yoldur. Samuray karakteri ve kişiliği de bu yolda biçimlenmiş olup sert,keskin ve acımasız bir savaşçıdır. Bushido özünde ölüm yoludur. Yaşmla ölüm arasında bir seçim söz konusu olduğunda ölümü seçmektir. şeylerin içine nüfuz edebilmek,kararlı olmak demektir. Burada anahtar “irade”dir. Bushido’nun bu ilkeleri eski meksikalı büyücü-savaşçı bilgi adamlarının bilgi yoluyla paraleldir.
Samuraylar 9-12 yy. larda japonyanın savaşçı sınıfı olarak şekilenmişlerdir. Hizmetlerinin karşılığında bağlı oldukları daimyodan pirinç ve yönetici kademelerinde olanlar da ayrıca arazi alırlardı. Barış dönemlerinde boş vakitlerinde ayrıca kendileri için tarım yapabilirlerdi.
Bir daimyo öldüğünde -Tokugawa’lar döneminden önce- ona bağlı samuraylar seppuku yaparak kendilerinin ve bazen tüm ailesinin yaşamına  verirlerdi. Tokugawa döneminde bu yasaklanmıştı. Esasen seppuku efendisine karşı hizmetinde büyük bir kabahat etmiş samurayın onurlu ölümüne izin vermekti ve son derece itinalı bir ritüelle yapılırdı. Seppuku salt samuraya has bir tavır olmayıp bugün bile görülen japon kültürünün bir parçasıdır ama samuraylar bireysel keskinliklerinden ve onurlarına düşkünlüklerinden dolayı seppuku ile daha bir özdeşleşmişlerdir.
Efendisi ölen samuray eğer seppuku yapmadıysa kaleden ayrılır ve gezgin bir savaşçı olurdu artık bunlara  “Ronin” denirdi. Ronin uzun uzun o köy senin bu şehir benim dolaşır dururlardı. Samurayın ronin olması için efendisi ölmesi gerkemezdi. Bir samuray efendisini kızdıracak bir kabahat işleyebilir ve bu yüzden kovulabilirdi ya da samuray efendisinden izin isteyip bir süreliğine kaleden çıkıp ronin olarak ülkeyi dolaşabilirdi ki bu çok takdir edilirdi çünkü kale dışında hemen her türlü tehlike tek başına kalan samurayı beklemekteydi. Hiç kuşkusuz en ünlü ve büyük ronin büyük kılıç üstadı Miyamoto Musashi’dir. Musashi büyük “Savaşçı Hac”ına henüz 16 yaşındayken başlamış,sayısız düellodan zaferle çıkmış 6 kez de büyük savaşlar için ordulara katılmış ve savaşmıştır. Yolculuğu boyunca kendisini yalnızca “Kılıç Yolu” yla aydınlanma arayışına vermiş,yetkinleşmek uğruna insanlıktan kendi elleriyle çıkarmıştır yaşamını. Hiç evlenmemiş kılıç yolunda yetkinleşmek dışında başka hiç bir iş yapmamıştır.  Yolculuğuna 50 yaşında strateji yolunu kavradığında son vermiştir. Ve yaşamının son 2 yılında bir mağarada inzivaya çekilerek meşhur savaşçı yolunu anlattığı kitabı “GoRin No Sho” -Beş Çember- i yazmıştır. Musashi Japonlarca “Kensei” yani “Kılıç Piri” kabul edilir. Ardında bıraktığı kitabı hem savaş stratejisi hem de ireysel dövüş tekniklerini içerir.Büyük usta savaşçılığının ve engin bilgisinin yanında ayn zamanda bir ressam ve heykeltraştı da…
Samurayın savaş sanatında kulanıp zamanla ustalaştığı bir kaç temel silahı vardır. Bunlar ok,kargı,mızrak ve en özel olanı da biri uzun diğeri kısa 2 kılıç (katana) dır.
Katana bir samurayın ruhudur. Samurayla katana arasında çok özel sarsılmaz bir bağ vardır ve her samuray katanasına bir isim verir. Uzun katana sadece dışarıdayken takılır ve kullanılırdı kısa katana ise her zaman üzerlerinde olurdu. Samuraylar eğitimlerini dojo denen özel çalışma salonlarının kapalı alanında ve bahçesinde yaparlardı. Sık sık düellolar yaparlar ve bu düellolar bir taraf sakatlanıncaya ya da ölene dek sürerdi. Kılıç kullanma sanatının ismi Kendo’dur ve anlamı “Kılıç yolu”dur. Kendo bir ustanın rehberliğinde çok zorlu bir eğitim gerektirir. Kendo öğretileri, Zen öğrencisinin maruz kaldığı ürkütücü sözel saldırılarına benzer. Ustasının reberliğinde Kılıç yolu’nda ilerleyen öğrenci yavaş yavaş kavrayış ve anlayışa ulaştırılır. Kendo öğrencisi gecesini gündüzüne katarak sürekli hırsla çalışır,tüyler ürpertici savaşların dehşet dolu tüm tekniklerini öğrenir ta ki kılıç kılıç olmaktan hırıs da hırs olmaktan çıkana ve her durumun kendiliğinden bilgisiyle donanana dek…
Samuraylar salt bir savaş makinesi olmanın ötesinde kendilerini sürekli estetik ve felsefi açıdan da geliştirirlerdi.  Günlük savaş eğitimleri dışında olabildiğince sade bir yaşam sürerlerdi. Savaş pek çok kültürde olduğu gibi başlı başına bir sanattı. Yaşamlarının her anında Zen ve Şintoizm etkisi apaçık görülürdü. Zen savaş sanatlarıyla başabaş gitmekteydi. Zen’de inceliklere yer yoktur,doğrudan şeylerin doğasına özüne yönelir. Tören yoktur,öğreti yoktur,Zen  öncesinde Buda’dan sessizce alınan bilgiyle başlamış olup sonrasında Buda bile bir engel olarak görülüp direkt hedefe yönelmişir. Bir Zen hikayesi bunu pek güzel anlatır:
Bir gün zengin bir tüccar artık işi gücü bıakıp aydınlanma yolunda ilerlemek içi bir Zen keşişine gelir… O esnada keşiş bir Buda heykelinin önündedir ve aydınlanmak arayışındaki tüccar derdini keşişe açıklar. Keşiş gayet ciddi bir şekilde Zen’in zorluklarından bahseder ve Buda’nın heykelini göstererek “başlangıç olarak Buda’nın önünde eğil ve ona saygılarını sun..” der. Adam Buda’nın önünde eğildiğinde keşiş adamın kıçına tekmeyi basar ve adam heykelin önünde yere kapaklanır. Keşiş gülerek bağırır gördün mü der Buda’yı ve adam o an aydınlanır. Buna Zen vuruşu (şok) denir…
Zen’in ödülü kavrayıştır ve bu tamamen kişiseldir. Zen’de aydınlanma davranış değişikliği anlamına değil,gündelik yaşamın doğasının kavranması anlamına gelir. Varış noktası aslında başlangıçtır ve büyük erdem sadeliktir. Bir samuray için düşmanı, ona karşı öfkeden kudurduğu kişi değil onun onur konuğudur.
Samuraylar toplum içinde dokunulmazdırlar. Bir samurayı görenler gözlerini kaçırıp başlarını eğerek onu selamlar ve yolundan çekilirlerdi. Samuraylara bir saygısızlık, onun onurunu gölgeleyecek bir davranışta bulunulması mesela katanasına dokunulması düşünülemezdi çünkü samurayların hesap vermeden öldürme yetkileri vardı ki bir saygısızlıkta bu yetkilerini çekinmeden kullanabilirlerdi.
1876 yılında samuray sınıfı dağıtıldı ve yerine modern silahlı batılı medeniyetlerin tarzında ordu kuruldu. Samuraylar Japonya tarihinde 700 yıl kadar var oldular. 250 yıl kadar süren barış döneminde pek çok samuray ya ronin oldu ya da öğretmen ,zanaatkar olarak halkın arasına karıştı. Bu dönem dışında Japonya tarihi sürekli savaş içinde geçti ve tabii samurayın kılıcı gölgesinde…

28 Aralık 2010 Salı

Everything comes from you



One
    Two
         Three
                Four
                     Five blue
                          Six indigo

I'm your daughter
Your mother is my mother
And my voice is raised
Giving you thanke and praise
I appeal to you Lord
To stop war
Stop terror
Stop war...

                                         Everything comes from you
                                         Everything goes to you too

Joji Hirota (Japanese percussionist and composer, formerly Musical Director of Lindsay Kemp's theatre company) co-wrote this with Sinead O'Connor. Flautist Guo Yue was sat in a circle of Chinese pina players with Sinead to one side. "It's a real mixture between Joji, who came up with a piano melody, and Sinead, who added her thing to it," says Peter. "It's a nice mix of moods and cultures." Includes the last recording session for the album with Sevara Nazarkhan's vocals added in 2007.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Rüya Kodlamaları


 Dün gece rüyada bir olay karşısında yaşamış sandığım pek çok şeyi aslında yaşamadığımı, onların pek çoğunun benim bazı hayallerim,kaygılarım,düşüncelerim olduğunu farkettim. Bunu farketmemle yaşadığım şaşkınlığı o esnada bir kişiye anlatırken kendi sesime yatakta uyandım. Uyandığımda hala zihnimde o eski yaşanmış sandığım aslında deneyimle yaşanmamış anıları görüntü olarak görmekteydim. Şaşkınlıkla sorduğum soru şuydu : Nasıl olur da bazı hayallerim yaşanmış deneyimler gibi zihnime kaydedilmişti ve nasıl olur da ben bunu o kadar  zaman farkedememiştim.

 Olayın tuhaf yönü bu tür bir karışıklığın gündelik zihnimde olmayıp rüyamda gerçekleşmesiydi. Rüyada girdiğim bilinç halinin kayıtları beyin (veya artık nedere saklıysa o kayıtlar) normal bilinçlilikte asla kullanılmayan bir yerinde durmakta. Bunu çok eskiden rüyalarımda farketmiştim çünkü bazı insanlarla birlikte çok eski yıllara uzanan tanışıklığım,onlarla birlikte yaşadığım olaylar, bu tür uzak geçmişe dayalı deneyimleri sadece rüyada anımsamaktayım. Olayın yeni olan kısmı bazı geçmiş kayıtlarının hatalı olabileceğini farketmiş olmamdı.

Normal gündelik zihnim bir şekilde bunları karıştırsa ciddi bir şizofreniye giriş olabilirdi fakat asla bu tür bir durum söz konusu değil yani gündelik normal bilincimle rüya görme bilincim çok keskin bir şekilde birbirlerinden ayrılmakta.

Yaşamımdaki ironiler bazen ciddi şekilde can sıkmakta... neyse haftasonu burada olmayacağım ve keşiş'e çıkıp alacakaranlıkta ormana bakarken ateşin başında sucuk ekmek yemek istiyorum. Başka hiç bir şekilde sevmiyorum sucuğu ama o bıçak gibi keskin havada o ortamda harika gidiyor :)

24 Aralık 2010 Cuma

Bile bile saçmalama

 Bu akşam yine ufuka yakın gördüm Ay'ı sarıya çalıyordu rengi ne kadar güzel ve ne kadar da büyüktü ! Şimdiyse o büyüklüğün yarısı kadar ancak ve bembeyaz.. Bilim açıklayamıyor neden ufka yakın devasa göründüğünü ayın. Temmuz sonunda dolunay nasıl doğar..önce kıpkırmızı sonra yavaş yavaş sarıya çalar ve yükseldikçe beyaza...
Keşke çok daha yakın olsaydı dünyaya ve keşke çok daha fazla sayıda çok daha yüksek dağlar olsaydı.
Nepal kralı bir tarihte Himalayaların o güne kadar hiç çıkılmamış zirveleriden birine çıkışı yasaklamıştı. Bu mevzu yüzünden sevemedim şerpaları. O büyülü dorukları seyrederken birisi gelip yanıma rehberlik teklif etmişti. "ulan şimdi nasıl anlatacaksın o adama ben kimim ki oraya çıkacağım onun bu görüntüsübile beni büyülerken.." diye geçmişti içimden ama sadece nazikçe hayır istemiyorum demiştim.. Bence o zirvelerin tümne çıkış yasaklanmalı birileri bu küstahlığa bir son vermeli neyse..

-Tek başına mı gideceksin?
-Ben yolumu bulurum.
-Ama kaybolursan!
-İnancı olan kişi asla kaybolmaz, küçük meleğim. barış içinde olan kişi yolunu kaybetmez.
-Ama bu toplantı nerede?
-Bilmiyorum, meleğim.
-Diğerleri biliyor mu?
-Hayır, onlar da bilmiyorlar.
-Nerede olduğunu bilmeden toplantıya nasıl gideceksin?
-Yürümek yeterli, sadece yürümek. davet edilenler yolu bulacaktır...

Hele Bab Aziz' in gece kumların üstünde dizlerinin üstüne çöküp Ölüm le buluşması.. Üstadımın o davudi sesi..
Pek tabii ki böyle bir halde Ölüm hoş gelir sefalar getirir ve elbette Ölüm durup bir ömrünü savaşımına adamış adamın son sahnesini orada bir kayanın üstüne oturup izler..Bilgi adamının deyişiyle onun son dansını izler, Ölümün bir jestidir bu o adama..
Bize de böyle laflamak kalır geriye..
Hiç unutmuyorum adamlar bir kuşluk vaktinde geldiler mahalleye ve o dev çınarlara çivilerle plakalar çaltılar "DOĞAL ANITTIR KESİLEMEZ"  çocuktum sadece izledim ama şimdi olsaydı "merak etmeyin sizden başka zaten kimse kesmeye yeltenmez" derdim.. Çınarların kendiliğinden çürüyüp yok olmasını bekliyor olmalılar çünkü o çınarlardan da eski kaleyi restorasyon adı altında oyuncak kumdan kaleye çevirdiler ve şimdi de 100 yıllık bir mahalle kültürünü paramparça etmekteler.. İnsanlar bana sorduğunda "gayet normal bir durum bu haramilerin düzeninde tabii ki bize de dokunacaklardı ve işte dokunuyorlar.." 

İnsanlar uzun zamandır artık beni şaşırtmıyorlar :)

Yabancılaşma-1


 Bugün çağdaş insanın içinde içinde bulunduğu "Yabancılaşma" nın kökleri  her ne kadar insanın doğadan kopup medenileşmesine kadar uzansa da kapitalizmin yaptığı büyük sıçramayla yabancılaşma da ayyuka çıkmıştır. Hegel'e göre "Yabancılaşma" insanın evrene,doğaya,nesnelere,diğer insanlara ve nihayetinde kendisine karşı yabancılaşmasıdır. Hegel'e göre Tanrı tarihin failidir ve insanda "yabancılaşma" olarak yer almaktadır. Tarih insanın kendisini bulma bu yabancılaşmayı ortadan kadırma sürecidir.
Feuerbach ise Hegel'i burada ters yüz eder. --Zavallı Hegel daha sonra "diyalektik" yüzünden de Marks tarafından ters yüz edilecektir ki daha doğrusu Marks "ben baş aşağı duran adamı çevirip ayaklarını yere oturttum.." diyecektir :)-- Neyse Feuerbach burada Hegel'in aksine Tanrının, insandan başka bir varlığa aktarılmış olan insani yetenekleri temsil ettiğine inanır yani insanın idealize ettiği iyi,güzel affeden,koruyan sonsuz kudretli vb. nitelikleri insanın bir başka varlığa "Tanrı" ya yüklediğine inanır. İnsanoğlunun bu kudretli yetenekleriyle teması ancak Tanrı'ya tapınmasıyla gerçekleşir. İnsan bu sonsuz yüceliği,sevgiyi barış ve uyumu Tanrı'ya yükledikçe kendisi bu özellikler açısından fakirleşir.
Marks bu konuda Feuerbach'tan etkilenmiş ve ona paralel olmakla birlikte daha sonra "yabancılaşma" kavramına bambaşka bir soluk getirerek çok daha keskin ve ayakları yere basan bir çözümlemeye girişmiştir. Marks'ın temel hareket noktası Tanrı değil, "Emek" tir. Ona göre dinsel yabancılaşma olayın sadece tek bir yönüydü.

  Marks'a göre mevcut üretim sisteminde (kapitalizm) işçinin emek vererek ürettiği ürünle ilişkisi yabancı bir nesne ile olan ilişkisi haline gelmektedir. İşçi kendi ürününe ,o ürünü yarattığı emek gücüne ve nihayetinde kendine yabancılaşmıştır. İşçi mevcut düzende emek gücünü işverene satmıştır ve bu satışın karşılığında aldığı ürün verdiğinden her zaman azdır ki zaten bu sayede artı değer doğmakta o da işverene kalmaktadır. Emeğine yabancılaşan insan nihayetinde doğaya,evrene karşı da yabancılaşmıştır artık o kendisine ait değildir. Mars'a göre insanın yaşam tarzı insan bilincini belirler ve bu yaşam tarzını da toplumsal üretim sistemi belirler. Bununla birlikte kapitalist toplumun eleştirisinde Marks söz konusu asıl insani güdünün temelde "sahip olma arzusu " olduğunu ve bunun tüm toplumu yozlaştırdığını belirtir. Kar-zarar ve özel mülkiyeti değil insani iteliklerin özgür ifadesini hedefleyerek,bunun en yüce amaç olarak gören sosyalit toplumu amaçlar.

  Olgunlaşmış tam olarak insan olan insan belirli değerlere sahip olan değil, kendisi başlı başına bir değer olan insandır Marks'a göre...
  
  Bana göreyse,emeğine yabancılaşan günümüz insanı elbette ki öyle ya da böyle bu yabancılaşmanın tahribatını yaşamakta ve bilinçsizce de olsa bundan kurtulmak için çırpınmaktadır. Emeğine yabancılaşmayı hayvani bir dürtüyle tüketerek emeğini tekrar kazanmaya çalışması tam bir trajedidir çünkü o artan iştahla tüketirken bunun için daha da çok emek verip daha da yabancılaşmaktadır. 
  Doğaya yabancılaşmasını da doğayı insnaoğlunun bireysel mülkiyetine olabildiğince dahil edip onu parsel parsel arazilere dönüştürüp "satın alarak", satın alamadığındaysa olası her fırsatta kendisinin çılgınca doğaya tutkun olduğunu savlayarak aşmaya çalışmaktadır. Kendi  kendine içine düştüğü cinnet bataklığında çırpınan modern insan çırpındıkça sonunu çabuklaştırmaktadır.

  Toplumun yaşaması için zaruri ihtiyaçlar (beslenme,giyinme,barınma) önceliklidir. Sanat,felsefe,spor gibi etkinlikler ancak öncelikli zaruri ihtiyaçların temininden sonra gelir. Mevcut toplumsal üretim içerisinde biçimlenen insanın zaruri ihtiyaçların üstündeki yaratıları da kendisine,diğer insanlara ve doğaya yabancılaşmış, olsa olsa bu yabancılaşmayı en iyi,güzel ve doğru yansıtan yaratılar olacaktır ki böyle de olmaktadır. Artık yaratılan her şey mevcut üretim sisteminin bir parçasıdır.

  Modern insan yabancılaşmanın maskesini ancak hiç bir kar-zarar olasılığı olmayan bir şekilde salt kendisini gerçekleştirmek adına yaratarak düşürebilir. Mevcut toplumsal üretim sisteminin insana tanıdığı her boşluğu kendini gerçekleştirmek amacıyla yaratan insanın yaratıları bir çöküşün çığlığı olmaktan ziyade bir özgürlük savaşımının eserleri olacaktır...

23 Aralık 2010 Perşembe

Zaman Algısı

  
 Işık hızında hareket eden bir araç aracın dışındaki sabit bir gözlemci tarafından ışık olarak görünür. Işık hızında 2 araç yine sabit bir gözlemci tarafından iki farklı ışık olarak görünür. Bu durumda 1. aracın penceresinden sabit gözlemciye bakan kişi gözlemciyi ve diğer her şeyi ışık olarak görür ama diğer aracı gördüğündeyse ışk olarak değil sabit durağan bir halde aracı ve eğer yakınındaysa diğer araçtaki insanı görüp ona el sallayabilir.
 Karanlık evrenimiz içinde her şey yok olup sadece bu araçlardan biri kalsa ve ışık hızında hareket ediyorsa pencereden dışarıya baktığında başka hiç bir varlık olmadığı için koyu bir karanlık görmektedir fakat bir gezegen varsave pencereden ona baktığında onu bir ışık topu olarak görür.

 Bu noktada yukarıdaki araçlarımızı kullanan pilotlardan birine bakalım acaba gerçekten de ışık hızında giden bir araçtaki pilot yerde ona bakan kişiyi ışık olarak mı görür ? Bu pilotun algısıyla ilgili bir konu olduğu için olaya sadece kendi benzer bir deneyimimden açıklık getirebilirim :

 10-11 yaşlarında bir çocukken bir arkadaşımla birlikte sıcak yaz günü epeyce dik olan dağ yoluna çıktık. Yolun bir yerinde artık yorgunluktan pedal çeviremediğimiz için bisikletin yanında yürüyerek ellerimiz gidonlarda epeyce yukarılara çıktık asfalt yolda. bir yere geldiğimizde artık bu kadar yeterli diyerek durduk. Uzun bir bayır önümde aşağıya uzanıyordu,sol tarafımdaysa Bursa'ya yukarıdan bakıyordum ve bisikletime binip kendimi bayırdan aşağıya bıraktım,arkadaşım ise kontrollü bir şekilde arkamdan daha yavaş iniyordu. Yaz sıcağının,yorgunluğun da etkisiyle yüzüme ve bedenime çarpan rüzgarı harika bir şekilde duyumsarken gidonları bıraktım ve kollarımı iki yana açıp huşuyla gözlerimi kapattım... Gözlerimi açtığımda her şeyi ağır çekimde bir film izlermiş gibi görmekteydim, direksiyon ağır ağır sağa ve sola hareket ediyordu ve ben refleks olarak gidonları yakalamaya çalıştım ama kollarım çok daha ağır hareket etmekteydi ve ne kadar uğraşsam da gidonları tutamıyordum onlar çok daha hızlı hareket ediyordu kollarıma göre ama genel olarak normal hareket algıma göre herşey çok ağır hareket etmekteydi. Kaza geçirmekte olduğumun,bisikleti bir şekilde kontrol etmem gerektiğinin çok net kusursuz farkındaydım,panik duygusu beni kilitlememiş aksine hala durumu kontrol altına alabileceğimi düşünüyordum. Bisikleti kontrol etme savaşımım sonuçsuzdu . Direksiyonun sağa-sola 3-5 dönüşünden ve kollarımın hızı ona yetişememesinden sonra bisikletle birlikte devrildim. Devrilme anından önce kısa süreli bir bilinç kaybı yaşadım fakat gözlerimi açtığımda yüzümde sıcak asfaltı ve kanımı hissediyordum...

 İnsanın mekan ve hareket algısının değişebileceğini kendi deneyimimle o kazada öğrendim. Bu yüzden ışık hızında hareket eden araçtaki pilotumuzun pencereden dışarıya baktığında ne gördüğü subjektif bir konudur ve tam olarak asla bilemem...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Zaman...


 Zaman evrenin algılayan kişiye göre değiştiğini,subjektifliğini en net şekilde ortaya koyar. Evrenin algılanıp evrenin belirli bir bölümüne (veya tümüne) bilinç  odaklandığında evrenin sürekli bir hareket halinde olduğunun farkına varılır. Bilincin bu hareketi gözlemleme,odaklanma (farkında olma) eylemi de dikkattir. Algılayan bilincin referans noktası kendisidir ve evren hareketinden dolayı sürekli konum değiştirir ki evrenin iki farklı konum yani iki farklı an arasındaki fark "zaman"dır. Zaman nesnelerin birbirlerine göre konumsal değişimleriyle "hareket"le vardır. 

 Evrende hiç bir nesne varlık olmasaydı salt karanlık bir boşluktan ibaret olsaydı zaman var olur muydu ? Tabii ki varolmazdı eğer bu durumdaki salt boşluktan oluşmuş evren hareket halinde değilse zaman da olamazdı.

Evrende hareket halindeki başka nesneler tarafından oluşturulmamış, temel tek bir nesne olsaydı ve bu hareket halinde olmasaydı zaman var olur muydu ? bu durumda zaman varolmazdı. Bu nesnemiz yine hareketsiz başka nesnelerin birleşiminden oluşsaydı ve hiç bir hareket (nesnelerin birbirlerine göre kounmsal değişimi) olmasaydı zaman varolur muydu ? Tabii ki yine zaman varolmazdı. 

Evrende bugün gözlemlediğimiz sayısız (ki asla sayısı belirsiz olamaz sadece biz sayısını bilmiyoruz) gezegenler varken bu durumda bizim elimizde hareketsiz temel parçacığımız olsaydı zaman varolur muydu ? Evet olurdu çünkü gezegenler konumsal olarak durağan bile olsaydı gezegenleri oluşturan parçaların kendi içlerinde bir hareketi olduğundan zaman yine var olurdu.

Evren tamamıyla bu hareketsiz parçayla dolu olsaydı zaman olur muydu ? Yine olmazdı. Peki bu durumdaki evreni gözlemleyen tek bir insanoğlu olsaydı ? Bu insanoğlumuz bu hareketsiz evrenin bir yerinde oturup bu etraftaki sayısız hareketsiz parçaları gözlemleseydi zaman var olur muydu ? Bu durumda insanoğlumuzu oluşturan parçacıklar hareket halinde olduğundan zaman var olurdu. 
 İnsanoğlumuz etten kemikten değil de salt bir bilinç olsaydı ? eğer bu salt bilinçlilikte bir hareket var ise yine zaman var olurdu.
Malum Big Bang (BB)'den önce zaman var mıydı ? eğer BB 'yi oluşturan nesnenin (kendi içinde de hareketsiz ise) evren ile konumunda hiç bir değişim yaşanmıyorsa zaman yoktu fakat eğer salt kendi içinde de olsa bir harket var olmuşsa (bence öyle :) bu durumda zaman vardı. Bu BB ile patlayan parçadan önce de zaman vardı çünkü BB ile birlikte referans alacağımız nesneler ve değişen konumlara(harekete) kavuşmuş olduk.

Tanrı gibi evreni yaratan bir güç var ise zaten zaman hep vardı. Fakat bu Tanrı gerek evren gerekse kendi içinde bir hareket bir eylemi olmadıysa zaman yoktu ki o durumda Tanrı da olamazdı. Bilinç -kendinin farkında olma hali- kendi içinde bir hareket taşır ki bu kendini bilme eylemidir eğer bu eylem olmasaydı bilinç de olmazdı.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Lucid Dream..Rüya'ya Uyanmak...

Lüsid rüya: İngilizce "Lucid Dream" kişinin rüya gördüğü sırada, rüya gördüğünün farkında olması hali ve diğer bir ifadeyle "Rüyaya Uyanma" durumu. Bu pek çok kültürde rastlanılan bir olgu, bir bilgi edinme yöntemidir. İlk gençlik yıllarımda başlangıçta bir araç kullanmadan "uçma" hayalimi gerçekleştirebilmek amacıyla uğraşmaya başladığım ama sonrasında beni eşsiz serüvenlere sürükleyen olaydır. Tabii ki son derece subjektif bir konudur. 

 Çocukluğumda kendiliğinden oluşan yani hiç bir ön bilgi olmaksızın doğal olarak oluşan bazı geceler gördüğüm kabuslardan çıkış yolu olarak edindiğim bir takım tecrübeleri yıllar sonra tekrar canlandırmakla işe başlamıştım. Çocukken bazı geceler kabuslar görürdüm ve bu kabuslar esnasında sürekli bir kaçma durumundayken nihayetinde kaçamayacağımı düşündüğüm noktada kendimi yüksek bir yerden boşluğa fırlatarak rüyadan çıkmayı öğrenmiştim. Bu çıkışların hemen öncesinde bir rüyada olduğumu hissederdim ve kendimi yüksek bir yereden atarsam, atamadığım noktalardaysa (kaplı bir mekandaysam ya da yakalanma anında) tüm gücümle bağırdığımda rüyadan çıkacağımı biliyordum. Rüyada kendimi boşluğa attığımda hemen rüyadan çıkıyordum ama yıllar sonrasında uçma arzum için bu çocukluğumdaki deneyimler bir engel oluşturmuştu. 

 Bu konuda yazabileceklerim sadece kişisel deneyimlerimlerimle edindiğim bilgi ve yöntemlerdir ve herkesin kendince bambaşka yöntemleri olabilir. 
 Rüyaya uyanmak için kişinin rüyaya dalma öncesinde buna çok güçlü bir şekilde niyetlenmesi anahtar noktadır. Günlük yaşantı şeklinde akan rüyada gerçekliğe uymayan anormal "nesne" lerin farkına varılması da kişiyi rüyaya uyandırabilir.

İlk deneyimimde uykuda olduğum gece vakti rüyada evin bahçe kapısından çıkıp yaşadığım mahallenin bomboş sokaklarında dolaşıp tekrar eve gelmekteydim, eve geldiğimde tekrar yine sokağa çıkıp bir tur daha atmıştım aynı güzargahta ve sonrasında bir tur daha ta ki 4. ya da 5. tur da bir sokağın bitiminde sağa dönerken köşe de yerde 2 kaya gördüm ve kayaların üzerinde yontulmuş garip bir şekil vardı. Aslında o şekil dev bir kayanın içinde saklı duruyormuş da düşüp ortadan yarıldığında açığa çıkmış gibiydi. Durup o şekle baktım,şekil benim için hiç bir şey ifade etmemişti ama garipliği hissettiğimde ve bu kayanın daha önce burada olmadığını farketmemle o gece defalarca attığım turu anımsadım. Bu anımsama bende bir şaşkınlık yarattı "neden defalardır aynı güzergahta dolanıp eve gidiyorum ?" O an büyük bir şokla evde uyuduğumu ve bir rüyanın içinde olduğumun ayırdına vardım. İlk anda -normalde gayet basit şekilde yürüdüğüm halde- hareket edemedim bedenimi hareket ettiremiyordum ve büyük görünmeyen bir baskı hissediyordum üzerimde. Yürüyemeyeceğimi anlayınca ne yapabilirim diye düşünürken yürüdüğümü hayal ettim ve o an hızla yürümeden yerde kaydığımı farkettim ve mahalle yine aynı olmakla o geceki önceki turlarda görmediğim bir şey gördüm : bir evin cumbalı penceresi ve içeride yanan bir lamba. Pencerenin önünde durdum içeride çok küçük bir çocuk ve annesinin sesi geliyordu. Sanırım gece çocuk uyanmış annesi onu tekrar uyutmaya çalışıyordu. çocuğu ve annesini görebilmek için yükselmeye çalıştım ama bu çok kontrolsüzce oldu ve hızla pencereye doğru fırlarken kendimi durdurmak için evin çatısına tutundum. Sanki yerçekimsiz bir ortamda bir güç uygulayıp da  durdurmanın zor olduğu bir hali yaşıyordum. Çocuk nasıl olduysa benim varlığımı farketmiş ve çok korkmuştu, çığlık çığlığa ağlamaya başladı annesi onu avutmaya çalışırken birden çok derin bir melankoliye girdim : çocuk benim yüzümden ağlıyor.. Kesinlikle onu ürkütmek gibi bir niyetim olmasa da çocuğun benim niyetimi bilmediğini ama nasıl olduysa beni farkettiğini ve çok korktuğunu anladım ve çocuğu daha fazla korkutmamak için tutunduğum çatıyı bıraktım ve hızla gökyüzüne doğru çekilirken rüyadan çıktım.

 Rüyadan çıktıktan sonra uzun süre bu olayı irdeledim ve aklıma şu soru takıldı : Rüyaya mı uyandım yoksa beynimin bana inanılmaz bir oyunuyla bir tür Rüyaya uyanma rüyası mı gördüm ?
Bu sorunun nihai tek cevabının benim hissettiğim "gerçeklik" duyumu olduğu anladım. Gerçeklik, bir histir ve kişinin hissedip deneyimlediği gerçeklik başkaları için gerçek olsa da olmasa da o kişi için o gerçeklikte olan şeyler gerçektir.
 Geçen yıllar içinde o ilk deneyimden sonra "Rüyaya uyandığım" durumlarda yavaş yavaş o durumda hareket etmeyi ve içinde bulunduğum gerçekliği uzatmayı ve onun içinde rahatça devinmeyi öğrendim ve tabii ki uçmayı da. Yıllarca anlatılamayacak serüvenler yaşadım o gerçeklikte. Kimi zaman, dehşet kimi zaman anlatılamaz derecede görkemli...
 Uçmayı öğrenmem biraz zor oldu, çocukluğumdaki yüksek yerden atladığımda hemen rüyadan çıkmam yüzünden ama zor da olsa öğrendim.

16 Aralık 2010 Perşembe

Kızpınarı..



 Bursa ilimizin sınırları içerindeki Uludağ mitolojik ismiyle Olympos daha sonrasında Keşiş, genellikle kış turizmiyle bilinir ancak Uludağ yaz mevsiminde özellikle günü birlik geziler ve haftasonları kamp için çok uygun ve cazip doğa harikası bir dağdır.

 Yaz mevsiminde pek çok uygun kamp yerleri olmasına karşın özellikle benim kısa süreliğine  (1-2 gece)  tercih ettiğim bir kamp bölgesi olan Kızpınarı ormanın içinde güzel bir açıklıktır. Bu bölgede kampçıların ihtiyaç duyacakları odun ve su için sıkıntı yoktur ve genellikle kullanılan bir kamp yeri olmadığından doğayla başbaşa kalmak için eşsiz bir yerdir.
  Kampçıların olası acil ihtiyaç duymaları halinde, yaz boyu sürekli açık bir kamp alanı olan ve 50-100 kişi civarında sürekli konaklayanların olduğu Çobankaya mevkiine de patika bir yoldan 20-30dk yürüyüş mesafesinde ulaşılabilir.
Ulaşım : Bursa şehir merkezinde Tophane'den sürekli Uludağ a dolmuş ve taxi bulunabilirse de dağa çıkmak için daha güzel olan alternatif ve benim kişisel tercihim teleferiktir. Teleferike ulaşmak için yine şehir merkezinde Heykel semtinden dolmuşlar sürekli hareket etmektedir.
 Teleferikle önce Kadıyayla istasyonuna çıkıldıktan sonra devamında Sarıalan' a çıkılır ve Çobankaya patikasına  girilir. Patika 20dk. kadar bir süre sonra orman içine girer ve bazı ağaçlarda sarı renkli ok işaretleriyle  gördüğünüz sürece doğru yoldasınız demektir ayrıca parika boyunca klavuzluk etmesi için üst süte yığılmış küçük taşlardan kuleler görünecektir bu küçük taş kule zaten Çobanka' ya benzemektedir yani bu kuleleri sakın yıkıp devirmeyin sizden sonrakilere de gerekli olabilir :)
 Orman içinden yapılan yürüyüşle 20-30 dk kadar sonra büyük bir açıklığa ulaşılır işte bu açıklık bahsi geçen kamp yerimiz Kızpınarı bölgesidir. Bölgede yapılacak küçük bir araştırma ardından daha önce kamp yapılmış yerler bulunabilir ve bunlar ormanla açıklığın kesiştiği dereye yakın yerdedir. Bu eski kamp yerleri kullanılırsa doğa için de iyi olur böylece diğer yerler olası tahribattan etkilenmemiş olur.

 Kızpınarın da 2 dere akar ve bu derelerin biri temiz sudur diğeri ise otellerin atıklarının karışma ihtimali olduğundan tarafımdan kirli kabul edilir ki zaten gözle yapılan bir incelemeyle de hemen ayırtedilebilirse de kendisine bu konuda güvenmeyenlerin yanlarında içme suyu getirmeleri yerinde olur... Temiz su akan dere içinde 2-3m çapında doğal küçük bir havuz vardır,yazın öğle güneşi altında isteyen girebilir.

 Son olarak özellikle eklemek istediğim konu lütfen kamp yapan arkadaşlar çevreyi kirletmesinler ve çöplerini orada bırakmayıp beraberlerinde getirdikleri gibi geri götürsünler...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Rüzgarın resmini yapan adam...


 Yıllar önce ilk gençliğimde şehirde bulunan kitapçıya ara ara gider Tashen yayınevinin kitaplarını karıştırırdım ve her seferinde kalın 2 ciltli,kutulu Van Gogh kitaplarına bakardım. O zamanlar onları satın alıp evimde dilediğimce bakacak param yoktu ama bir gün bir dostum hediye ettiğinde gönlümce elime alıp bakabildim. Uzun uzun saatlerce bıkmadan bakardım bu adamın resimlerine,eskizlerine... O kitap bugün hala evimin bir köşesinde yerde açık durur. Pek çok tablosu aşırı uçta, iç karartıcı bir yoğunlukta olsa da bazı tabloları da tam zıt uçta ferahlatıcı coşku doludur. Bu durum ressamın yaşamını az çok bilen biri için pek tabii normaldir fakat bir şeyi okuyup bilmek ile onu kelimelerin ötesinde hissedip yakalamak ve deneyimlemek birbirlerinden çok farklıdır. 
 Ben van Gogh'u 1994 yılının mayıs ayında bir gece dağda kamp yaparken anladım. Gece zirveden doludizgin boşalan Lodos ormana akıyordu. Bir dostla ağacın üstündeydik, yanımızda bir şişe şarap ve tulumlarımızla.     
  Lodos insanı hele dağdaysanız çok farklı bir hale sokar,gürüldeyen bir ejderha gibi bütün gece  uğuldar  ve  ağaçları çılgınca bir oraya bir buraya savurup ormanı birbirine katar. İşte öyle bir gecede bir ara Lodos'un gökyüzünden ormana inip dolanışını ve kıvrılarak yine deli gibi gökyüzüne yükselişini seyrederken birden bir an van Gogh'un resimleri gözümün önüne geldi ve o an anladım bu adamın da benim gibi rüzgarı görmüş olduğunu ve o andan sonra o benim için "Rüzgarın resmini yapan adam" oldu....

3 Aralık 2010 Cuma

Üstad Nusret Fatih Ali Han


 Cennetten gelen ses.. İnsan olmanın dehşetiyle görkemini onun kadar iyi ifade edebilen bir müzisyen nadirdir...

Kavvali'nin parıldayan yıldızıdır sonsuza dek sönmeyecek olan ve "üstad" dır her şeyiyle...

Geçmişinde büyük kavvallerin olduğu bir aileden gelen üstadın babası da kavvaldi fakat babası onun doktor olmasını istemiş ve bu yüzden müzikten uzak tutmuştur... O gizlice babası ve grubunun çalışmalarını yıllarca gizlice izlemiş ve bu şekilde kendi kendisine öğrenmiştir. Kavvali söylemeye başlamasını ise kendisi şöyle anlatır :  
                                      "Babam Üstad F. Ali Kahn'ın 1964 yılında vefat etmesinden on gün sonra bir rüya gördüm. Rüyamda babam bana gelip şarkı söylememi istiyor. -Yapamam- deyince -Bir dene..- diyor, eliyle boğazıma dokununca şarkı söylemeye başlıyorum. Rüyamda babamın cenaze töreninde ilk konserimi verdiğimi görüyorum. Herkes yan yana oturmuş ve ben Kur-an'dan ayetler okuyorum..." 

Kendisine sufi olup olmadığı sorulduğunda "sufi değilim fakat onların yolundayım.." diyerek "bir sufi, sufi olduğunu asla söylemez" düsturunu da çiğnememiştir...

Kavvalinin batı medeniyetince tanınmasını sağlamış ve bu türün dışında pek çok büyük müzisyenle ortak çalışmalar yapmıştır ki özellikle Peter Gabriel'le özel bir yakınlığı vardır. Kendisiyle birebir çalışma onuruna erememiş pek çok müzisyen ise kendisinden etkilenmiştir ki bu da çok doğaldır çünkü üstadın sanatı eşsizdir.

 Bir keresinde kavvali okurken ne hissettiği kendisine sorulduğunda ise :
                                     "Allah için şarkı söylerken kendimi onunla bütünleşmiş hissediyorum ve Allah'ın evi Mekke önümde uzanıyor. Peygamberimiz Muhammed için söylerken sanki Medine'de mezarının başında oturuyor ve onun için dua ediyorum." demiştir. Yine kendisi kavvalinin gücünün eşsizliğini de "kavvalide aynı ezgiyi asla ikinci kez duyamazsınız.." diyerek açıklamış ve dinleyenlerin de anladığı gibi kavvalinin spontane bir müzik olduğunu ama kurallarıyla birlikte zorlu bir öğrenme sürecinin olduğunu vurgulamıştır.

Üstad jazz müziğini sever, dinlerdi ki pek çok batılı jazz sanatçısıyla da birlikte müzik yapmışlardı ve Jan Garbarek, Michael Brook ilk aklıma gelen sanatçılardır.

Kendisinin vefat ettiği gün haberini almış ve dostlarla birlikte dağa çıkıp kendisini sonsuzluğa uğurlamıştık yüreğimizden kopan ezgilerle,aradan 13 yıl geçmiş oysa ki daha dün gibi..


12 Kasım 2010 Cuma

Şaman..


 Salt deneyim yoluyla evrene dair "Bilgi" ye ve dolayısıyla "Güç" e ulaşan ve edindiği bilgiyi-gücü gerek kişisel eğilimleri, gerekse ait olduğu (yalnız olmayıp bir topluluğun üyesi ise) topluluk için kullanan bilgi-güç adamıdır şaman... Bilgi' nin sonsuzluğuyla paralel olarak şamanın  eylem alanı da sonsuzluktur. Onu temelde diğer insanlardan ayıran fark, algısını yönlendirebilme bilgisi-gücü dolayısıyla  eylemlerindeki bilinçliliktir ki bu bilinçlilik de onun kişisel bilgisi-gücü ile orantılıdır.

11 Kasım 2010 Perşembe

Keşiş' de bir sabah açılan yol..


 Keşiş dağındaydım ormanın kenarında ve sabah uyandığımda ağaçların arasından sızan güneş işte böyle bir yol açmıştı karşıma... Herkesin yürüdüğü bir yol var hayatta, her ne kadar bir han diyorsa da kimileri dünyaya..
Yollar insanları birbirlerine bağlar  binlerce  kilometre olsa da bir bakış kadar kısa da olsa..
Her yol sonsuzluğa çıkar.. kimi sürünür, kimi emekler... yürür kimileri ağır ağır etrafı seyrederek, kimileri koşar ciğerleri yanar ve kimi uçar, açar kollarını sonsuzluğa...

 Yol ve Erdem kitabını yazan bilge bir yakın sırtında ilerlerken konuk olmuştu bir kulübeye de ev sahibinin ricalarını kırmayıp anlatmıştı göğün yolunun hikayelerini tarihsiz zamanlarda ve benim en sevdiğim hikayelerdir yol hikayeleri.. 
Herkes bir yolcudur ve herkesin eşsizdir hikayesi..