18 Eylül 2011 Pazar

Saklı Göl..


 1994 yılının 30 ağustos gecesi dolunay vardı ve geceyarısı 15-20 kişiyle birlikte zirveye doğru yola çıkmıştık fakat çok fazla yürüyemeden hemen olduğumuz yerde kamp yapmıştık. Amacımız göllere çıkmaktı ve sabah olunca zirveye doğru yola çıktık. gün boyunca yürümekten yorulmuştuk ve herhangi bir patikada da değildik sadece ilerideki zirveye doğru yürüyorduk.. Mola verdiğimiz bir esnada bir kaç kişi çantalarımızı almadan etrafı keşfe çıktık gölleri görebilmek umuduyla ve o keşif sırasında kayalıkların içinde göz hizamda bu muhteşem gölü gördüm.. göl kayalıkların içinde gizli bir cennet, bir vahaydı ve arkadaşlarla birlikte orada kamp yapmaya karar verdik.. İlk gecenin sonunda sabah kamptakilerin hemen hepsi zirveye doğru yola çıktı ama ben bir dostumla birlikte orada kamp yapmaya devam ettik, böyle bir yeri kolay kolay bırakmaya niyetimiz yoktu, bir kaç gece daha burada kamp yapıp sonrada dağın arka tarafındaki yaylalara gitmeye karar verdik...
  Başını kaldırmadan her durumdayken yıldızların görülebildiği ender yerlerdendir burası ve gece yıldızlar göl yüzeyine yansıdığında yıldızlar içinde bulur insan kendini..kesinlikle büyülü özel bir yer Saklı Göl..
Yukarıdaki fotoğraf yine geçen ağustos sonundaki çıkışımıza ait bir kare..

19 Ağustos 2011 Cuma

Euromos


Geçen hafta Milas'daydım.. Milas-Bafa karayolunun 12.kilometresinde yoldan 200m içeride zeytinliklerin arasından bu Zeus Tapınağı karşılar sizi ve Euromos'da günümüze kalan en ihtişamlı yapısıdır.. Bu haliyle tapınak huşudan ziyade hüzün verir ve onun bu yıkık halinden dolayı utanarak girersiniz tapınağa. Siyah-beyaz fotoğrafı belki bu duruma çok daha uygun olabilirdi ancak herşeye rağmen yine de hala ayakta olan sütunlarını olası en hoş haliyle görüntülemek istedim...

 Bu Zeus Tapınağı aslında daha önceki Helenistik dönemde varolan bir tapınağın üstüne yapılmış yani Zeus Tapınağı yapılırken önceki tapınak yeri ve belki de taşları kullanılmış ki ne bereketli bir yermiş bu yer, öyle ki tapınak bugün de kapitalizme hizmet etmekte bir şekilde... Tapınağın sütunlarından bir kaçının yivleri hiç açılmamış ve bugünlerde kapitalizmin kendi içinde yatan derin çelişkileri nedeniyle yaşadığı dönemsel krizin gerçek nedenlerini halkın görmesini engellemek için bu yivsiz sütunlar malzeme olarak kullanılmakta, Gazete Güney Ege'de okuduğum bir haber aynen şöyle :


''Kentteki mimari bloklar taş ocağından kabaca şekillendirilmiş olarak kente getiriliyor ve burada son şekli veriliyor. Gerek agorada, gerek tapınakta, gerek Nekropol alanında bazen yarım kalmış işçiliklere sahip bloklar görüyoruz. Bu, büyük ihtimalle o dönemde yaşanan ekonomik durumla doğrudan ilgili. O dönemde de muhtemelen parasal sıkıntılar bazı çalışmaların yarım kalmasına sebep olmuş. Yani ekonomik krizler hemen hemen insanlık tarihinin her döneminde söz konusu. Bir şekilde insanlar bundan etkileniyor'' 

 Bu açıklama arkeoloji biliminin de mevcut global ekonomi politiğin ve iktidarın ne derece emrinde olduğunu açıklayan çok net bir örnektir. Bugünkü ekonomik krizin nedenleri kapitalist ideologlar tarafından bile kapitalizmin yapısal sorunları nedeniyle kaynaklandığı ve acilen bir şeyler yapılmadığı takdirde karanlık bir döneme girildiği itiraf edildiği halde kapitalizm öncesi devirde bir şehrin imalatı yarım kalmış sütunlarının bugünkü ekonomik reziliğe kılıf yapılması gelecek kuşaklara ibret olacaktır...

Zeus Olimpos'dan bakıp aşağılara çok eğleniyor olmalı biz fanilerin bu durumuyla..





26 Temmuz 2011 Salı

Tepük

 Futbol, tarihi Sümerlere kadar uzanan, Orta Asya'da Türklerin de "Tepük" adıyla kızlı erkekli oynadığı bilinen, Roma'dan Avrupa'ya ve bugünkü modern halinin de İngiltere'den tüm dünyaya yayıldığı dünyanın en popüler takım sporudur.

 Futbol dünyanın az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinde sokak aralarında çocukların oynadığı en popüler oyundur. Bireysel yeteneğin takım oyunu içerisinde koordinasyonunu gerektirdiğinden çocukların sosyalleşme sürecine katkısı büyüktür. İlk arkadaşlıklar, dostluklar bu takım oyunuyla gelişir. Bir takım içerisinde işbölümü ve ortak çabayla rakip takımı yenmek için verilen mücadele sonunda  takım olarak yenilginin ya da zaferin tadını aldığımız oyudur. Takım olarak yener veya yeniliriz ancak bu sonuca bizi ulaştıran takım içerisindeki her bir oyuncunun yetenekleri ve kazanma azmidir. Bir takım içinde oynanan futbol çocukta "aidiyet" duysunun yerleşmesinde çok önemlidir. O ana kadar bir aileye ait olan çocuk artık aileden çıkmış ve ailesi dışında bir başka topluluğa ait olmaya başlamıştır, bu onun içinde olduğu takımdır. Futbol birbirine rakip iki takım halinde oynandığından çocuk bir takım içinde ortak bir rakibe sahiptir artık ve bu rakibin varlığı çocuğun ait olduğu takım içindeki bağları daha da kuvvetlendirir. Çocuk artık bir "taraf" tır. Kendinden yaşça büyüklerinin futbol maçlarını seyrederken de futbol seyrinin tadını ve "taraftar" olmanın yakıcı hazzını da tatmaya başlar.

Futbolla sokakta sosyalleşmeye başlayan çocuk yine futbol sayesinde içine doğup yaşadığı şehri de keşfetmeye başlar çünkü yaşadığı şehri temsil eden büyük bir  futbol takımı vardır. O futbol takımındaki oyuncular artık o çocuğun kahramanlarıdır. Şehrinin futbol takımının stadyumunda bir şehre ait olma duygusunu tatmaya başlar çünkü binlerce insan hepsi tek bir ortak amaçta takımının etrafında kenetlenmiştir. Binlerce insan takımlarının formasını giyerek, oyuncuları tezahüratlarıyla destekleyerek, bizzat takımın bir parçası olduklarını takım oyuncularına hissettirirler. Futbol bu yönüyle toplumsal birliğin yeniden üretildiği bir yerdir. Stadyumlarda maç esnasında binlerce insan takımlarına karşı duydukları tutkulu bağla büyük bir sinerji oluşturur ve bu sinerji rakip takım üzerinde büyük bir baskı yaratır. Sahada oynayan takıma karşı değil rakip binlerce insana karşı mücadele etmektedir artık.

 Futbol, kurallarının rakip iki taraf için de eşit olduğu bir spordur ki bu yanıyla eşitlikçidir. Oyunda kuralların uygulanmasını sağlayan "hakem" in verdiği hükümler tartışmasız bir kesinliktedir. Takımlar oyuna başlarken hakemin tarafsızlığını baştan kabul etmişlerdir. Hakem kasıtlı ya da kasıtsız yanlış bir hüküm vermiş olsa bile bu hüküm tartışmaya açık değildir ki bu yanıyla mutlak otoritenin bir yansımasıdır.

 Futbol takımları binlerce taraftarıyla birlikte ulusal düzeyde büyük bir organizasyonun bir parçasıdır. Stadyumlardan medya aracılığıyla futbol maçları tüm dünyanın seyrine açık haldedir ve insanların bu ilgisi doğal olarak mevcut ekonomik sistem içerisinde "sermaye" tarafından kullanıma açık bir haldedir. Futbola olan milyonların tutkusu büyük bir ekonomik değer yaratır,bu milyonlarca taraftar sermayenin ürünlerini pazarladığı kitledir ve futbolun bizzat kendisi metalaşmıştır.  Futbol toplumsal ekonomi politiği yürüten güçler için asla vazgeçilemeyecek bir büyük alandır çünkü kitlelerin futbol tutkularını kullanarak toplum manipule edilir. Futbola olan ilginin azalma ihtimali bile bu güçleri ürkütmeye yeterlidir. 1980' li yıllardan itibaren sermayenin küreselleşmesi -emperyalizm- hızının artmasıyla futbol  uluslararası bir meta haline gelmiştir. Futbol takımlarının futbolun metalaşması süreci içerisinde bizzat kendisinin de birer şirkete dönüştüğünü görmekteyiz ki bu dönüşüm büyük bir hızla tamamlanmaktadır. Futbol takımlarının birer "şirket" haline gelmesi takımları yönetenlerin mevcut ekonomi politik içerisinde takımlarını korumak ve daha güçlü bir hale getirmek üzere aldıkları bir tavırdır. Futbol takımları günümüzde profesyonel yönetim kadroları ve profesyonel oyuncularıyla artık birer ticari işletme, birer şirkettirler. Sahadaki tutkulu rekabetin ardında artık büyük şirketlerin parasal kazancı ve kayıpları vardır.

 Futbolun ülkemizde endüstrileşmesi bugünlerde büyük çelişkileri açığa çıkartmaktadır. Futbol takımları bu büyük dönüşüm içerisindedir ve eski köhnemiş yapılar artık dayanamaz haldedir. Futbol takımlarını yönetenler de bu dönüşümden takımları için azami faydalanma savaşımındadırlar çünkü yakın bir gelecekte bambaşka bir futbol dünyası içerisinde olacağımızı görmek için kahin olmaya gerek yoktur, bu dönüşümü ülkemizden önce yaşamış olan Avrupa'daki futbol takımlarına baktığımızda ülkemizdeki süreci gayet net görebilmekteyiz.
Bu açıdan bizim takımımız Bursaspor'a baktığımızda içinde olduğumuz sürecin bu dönemdeki yönetimi takımımızın geleceği açısından hayati önemdedir. Bursaspor taraftarının yaşanılan süreçteki karar alma sürecine katılımı elzemdir çünkü yakın bir gelecekte Bursaspor taraftarının "benim takımım" diyebileceği bir takımı yani Bursaspor'umuzun varlığı bu katılıma bağlıdır. Kapitalizm yapısındaki çelişkiler nedeniyle şirketler bünyesindeki gerçek üreticilerin bile emeklerine ve kendilerine yabancılaştıkları bir sistemdir. Bu haliyle içinde olduğumuz dönüşümde taraftarın takımına yabancılaşmasının engellenmesinin tek koşulu karar alma sürecine tam katılımıdır yoksa yakın bir gelecekte birer taraftar olmaktan çıkıp kendi takımımız tarafından sömürülen bir müşteri kitlesine dönüşmemiz kaçınılmazdır.Yani taraftar olarak takımımızın gerçek sahibiyken bir müşteriye dönüşmemizi engelleyecek yöntem karar alma sürecine taraftarın aktif katılımıdır ancak içinde olduğumuz dönemde bunun tam aksinin gerçekleştiğini acıyla izlemekteyiz. Bursaspor'lu olan hemen herkes için tartışmasız bir kutsalıkta olan Atatürk Stadyumu'muzdan  -taraftarın kesin itirazına rağmen ve bugünkü karar alma mekanizmasında bulunan yetkililerin önceden verilmiş sözlerine rağmen - çıkartılıp yeni yapılacak ve takımımıza ait olmayan bir stadyuma gönderilmekteyiz. Bursaspor Bursa şehirinin takımıdır ve gerek ulusal gerekse uluslararası alanda aldığı her başarıyla Bursalıları ve Bursa'yı onurlandırmaktadır. Kendi şehrimizde tamamen kendi takımımıza ait bir stadyumda futbol oynamamız bir lütuf değil asla vazgeçemeyeceğimiz bir haktır !

 Her şey çok açık ortadadır, kritik günlerdeyiz ve zaman biz taraftarların aleyhine işlemektedir. İçinde olduğumuz büyük dönüşümden Bursaspor'umuzu en güçlü şekilde çıkartma görevi en başta takımımızın yönetim kadrosunda olup yönetimle bütünleşen taraftardadır.

31 Mayıs 2011 Salı

Gül Bahçesi


 İstanbul Göztepe Parkı'ndaki bu çiçek bahçesini yeni keşfettim ve bol bol fotoğraf çektim. Bahçe çeşit çeşit ve değişik renklerde harika güllerle dolu. Hiç bu kadar büyük bir gül bahçesi görmemiştim, gerçekten harika bir park. Aslında burası Göztepe Parkı ile bitişik ayrı bir bahçe. Bahçenin fotoğrafta görülen üst kısmında küçük bir cafeteryası da bulunmakta, bu bahçeye yakın oturanlar bence çok şanslılar çünkü parktan çıktıktan sonra yaya olarak 5dk yürüyüşle sahile ulaşılmakta...



Bu beyaz gül bu bahçedeki beyaz güllerden biri ki hiç bu kadar büyük gül görmemiştim..



Bu da kırmızı güllerden bir örnek...

Artık yaz geldi ara sıra da olsa akşam ofisten çıktıktan sonra Kadıköy yerine bu bahçeye gidip oradan da sahile inmeyi düşünüyorum ve sahilde Caddebostan-Migros a kadar yürüyüş oradan da eve gidebilirim..



10 Mayıs 2011 Salı

Fotoğraf ve Sanat üstüne saçmalamalar...


 Onlarca Martı fotosu ardından en iyilerinden biri bu oldu. Elimdeki lensle artık en iyisi bu diyorum ve Martı fotoğraflarına artık bir son veriyorum.. Aslında elimde bir tele objektif olsa bile o kocaman objektifle martı fotoğrafları artık çekmem ki zaten tele almaktan da vazgeçtim çünkü bu konuda yapabileceğim ne varsa elimdeki lensle yapmaya kararlıyım. İleride geniş açı alabilirim ki zaten aslında sevdiğim açı da gerek dağda gerekse şehirde budur ve onun eksikliğini hissettim özellikle iç mekan çekimlerinde... 

 Yeni bir DSLR alacak kişilere tavsiyem gövdeden ziyade lenslere odaklanmaları ve bütçelerini buna göre ayarlamalarıdır. Ücretsiz basit foto editör programlarıyla normal bir lensle yapılan makro çekimlerden zaten croplayarak çok güzel işler çıkartılabiliyor fakat hiç bir editör geniş açının yapabileceğini tabii ki yapamıyor. Ve tabii ki unutulmamalı ki en iyi gövde ve en iyi lensler bile iyi bir fotoğrafı hiç bir zaman garanti etmez..

 İyi fotoğraf nedir sorusu zaten çok izafi bir konudur ki bana göre fotoğrafçının çekmek istediği "an" ı en iyi şekilde yakalayabildiği fotoğraf bence iyi bir fotoğraftır. En başında bir ikilemle karşı karşıyayız : gözümüzle gördüğümüz gerçek görüntüyü her halukarda küçücük bir kareye sığdırmak ve o kareye daha sonra bakıldığında o yakalamak istediğimiz gerçek görüntüyü bakan kişinin zihninde gerçeğe en yakın şekilde oluşmasını sağlamak. Üye olduğum fotoğraf sitelerinde incelediğim fotoğraflar içinde beni yakalayıp içine çeken ve gerçek görüntüyü zihnimde oluşturan yani o ana götüren fotoğraf sayısı çok çok azdı. 

 Geçmiş yıllarda uğraştığım diğer sanatsal uğraşlarda "ilk dikkat" ile birlikte "ikinci dikkat"i de çeken yaratımların bu konuda başarılı sonuçlar verdiğiydi. İkinci dikkatte -tam olmasa da bilinç dışında- izleyicide istenen algıyı oluşturabilmek için izleyiciye bir tür tuzak kurmak gerekmekte ki zaten bir ürünü "sanat" yapan da bence bu tuzaktır. Ben bu tuzak konusunda fotoğrafta neler yapılabilir diye düşünürken bir ikilemle karşı karşıya kaldım : kurguyu belli etmeden kurgularken aynı zamanda çekilen an'ın doğallığına müdahale etmemek...

 Özellikle kurgulanmış bir eserin kurgu olduğu saklanmadan yapılan çalışmalar her ne kadar etkileyici olsa da yine de bende istediğim etkiyi yaratamıyor ve sadece "hoş bir kurgu" olarak kalıyor. Bu tıpkı rol yaptığını belli eden bir oyucunun oynadığı oyunun yarattığı havada kalan etki gibidir. 
bazı fotoğraflarda da fotoğrafçının iyi bir fotoğraf çekme tutkusu sanatsal yaratım tutkusunun önüne geçmekte ki bu en hafifiyle yavan bir tat bırakıyor insanın zihninde ki bunun aslında en iyi örneğini edebiyatta görmek mümkün : Orhan Pamuk, Paul Auster eserleri bunlara en iyi örnektir...

5 Mayıs 2011 Perşembe

Lale..


Yeni makinem (Pentax K-r) ile ilk çekim yaptığım gün görmüştüm bu laleleri.. Bir makro lensle soldaki lalenin içine girmek muhteşem olurdu doğrusu ama şimdilik bu imkansız çünkü AF çalışmıyor çok yaklaştığımda,lensi elle ayarlamak da çözüm değil yetmiyor. İstanbul belediyesi her sene olduğu gibi bu sene de lalelerle süsledi parkları ve bahçeleri ama ben bu gelip geçici laleler yerine daha kalıcı mesela gülleri tercih ederim ayrıca güller çok hoş kokmakta ama lalelerin kokusu yok. Gerçi kokusu olmaması ölçü mü ? pek tabi ki değil,en sevdiğim çiçek olan ortanca da kokmaz mesela ama çok güzeldir.. yaz gelsin bol bol ortanca fotoğrafı çekerim..
Bu fotoğrafı görenler genelde beğendiler ancak ben pek beğenmedim çünkü soldaki lalenin aralanmış ağzından başka hiç bir çekiciliği yok..

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Büyük Ada


İstanbul metropolünde doğal hayatı tek hissettiğim yer adalardır. Adalar, küçük ve keyifli bir vapur seyahatinden sonra çimenlerin üstüne uzanıp bulutları seyredebildiğim tek yer istanbul'da. Bu haftasonu İstanbul'da olduğum için "tutmayın beni !" edasıyla kendimi Bostancı vapuruna attım ve ver elini Büyük Ada.. Uzun ve keyifli bir yürüyüşle adanın tepesindeki kiliseye kadar çıktım tepeye vardığımda da soğuk bir bira içerek  hem yorgunluğumu attım hem de kendimi ödüllendirdim :) Bu uzun yürüyüş sırasında bol bol da fotoğraf çektim ve üstteki foto bugünümü çok güzel özetlemekte..

12 Nisan 2011 Salı

Ebay Alış-veriş



Son bir aydır yoğun bir şekilde yeni Pentax'ımın peşindeydim. Geçen yıl dünya pazarına girmiş olan Pentax K-r modeli ne yazık ki hala ülkemizde satışa çıkmadığından ve bahar da kapıya dayandığından riske girip ebay' den fotoğraf makinesi siparişi verdim 15 gün önce ve bugün makinem nihayet elime kazasız belasız ulaştı :)
Bu alış-veriş serüveniyle ilgili ilgilenen kişilere bir küçük örnek olsun diye yazmaya karar verdim.

 Ebay için öncelikle siteye girip bir hesap açmak gerekiyor bu hesap ücretsiz. Alış veriş paypal sistemi üzerinden yürümekte ve tabii bunun için ayrıca Paypal sitesine girip Paypal hesabı açmak gerekiyor. İnternetten alış verişte benim bildiğim kadarıyla en güvenli yol bu paypal sistemi ki ben yaptığım iki alış verişte de hiç bir sorun yaşamadım bu açıdan ama yine de benden daha paranoyaklar için sanal kredi kartıyla da paypal hesabı alınabiliyor ve siz alış veriş yaptığınızda alış veriş tutarını paypal kredi kartı hesabınızdan çekiyor. Satın alınan ürün hangi döviz cinsindense o kadar döviz sizin kredi kartınızdan aktarılıyor yani döviz hesabı açılmasına gerek yok,işlem anındaki bankanızın kuru üzerinden hesaplanmakta.

 Ebay den alış verişlerde en büyük yaşanılan sorun bizim gümrük uygulamalarımız ki nette bu konuyla ilgili sayısız alacakaranlık hikayesi mevcut. Normal prosedüre göre 100 $ altı kişisel kullanım amaçlı (ticari olmayan) kargolar sorunsuzca gümrüğe takılmadan geçmekte ancak yılbaşı ve bayram gibi özel günlerin öncesi ve sonrası 1 ay bu limit 300 Euro ya kadar çıkmaktaymış.
Benim alış veriş nedenim aslında temelde Pentax K-r nin Türkiye'de satılmamasıydı yoksa gümrük riskine girmezdim çünkü bu iş Türkiye' de tamamen şansa dayanmakta hemen herşeyde olduğu gibi...

 Fotoğraf makinası alacakalar için Türkiye gümrük mevzuatını bilen "Dcempire" isimli satıcıyı tavsiye ederim. Benim ürün normalde gümrüğe takılıp bütün gün beni uğraştırıp ve üstüne %20-30 gibi bir vergi ödetmesi gerekiyordu ki yine de makinam için değer diyerek bunları da göze almıştım fakat ürün neyse ki gümrüğe takılmadan elime kadar geldi. Gerçi son anda kargomu teslim alırken postacı sanki imalı bir şekilde baktı gibi geldi ama ben öyle sevinçliydim ki bunun üzerinde hiç durmadım bile :) postacı sanki gözleriyle " biliyorum aslında senn kargon gümrüğe takılmalıydı ama neyse bu seferlik böyle olsun bakalım" der gibiydi değil direkt öyle dedi adam gözleriyle, ben gözce biliyorum ve ona karşılık ben de gözce "buna ihtiyacım var ve bak ne kadar mutlu oldum ve inan tüm gümrük işlerine de razıydım.." dedim.. ve postacı arıza çıkarmadan tam bir "görev adamı" yakınlığı ve uzaklığıyla ürünü bana teslim edip gitti..

27 Şubat 2011 Pazar

Beyaz Diş

Beyaz Diş genç bir kurdun hayatını anlatır. Hem bir kurdun hem de bir köpeğin kanını taşıyan Beyaz Diş’i, Amerika’nın kuzeyindeki vahşi ortamda zor bir hayat beklemektedir. İçindeki köpek doğası onu insanlara çekerken kurt doğası da vahşete sürüklemektedir. Verdiği çetin yaşam mücadelesi içinde yolu bir gün insanla kesişir. Kızılderili bir kabileyle birlikte yaşamaya çalışır. Ancak işi hiç kolay değildir. Bir yandan kabilenin diğer köpekleriyle mücadele ederken bir yandan da insana itaat etmekle etmemek arasında, kendi doğasıyla mücadele etmektedir. Orada fazla barınamaz ve sonunda beyaz adamın eline düşer. Köpek dövüşlerinde kullanılır. Kanındaki vahşet ve kaslarındaki güç onu hep ayakta tutar. Bütün dövüşlerden galip çıkar. Ama bunun da sonu gelecektir...
Jack London’ın unutulmaz romanlarından olan
Kitabı okudukça Beyaz Diş’in macerası bizim de maceramız haline gelir; dünyayı bir kurdun gözünden görmeye
başlarız. Jack London’ın büyük başarısı da burada yatar...
(Arka kapak yazısı)
Jack London çok özgün bir karakterdir. Edebi yönünü vasat bulsam da eserlerinin üzerinde yükseldiği hayal gücü ve tutkusu muazzamdır. Bir kış günü okurken insanı karla kaplı bir ormana götürür. Bu kitabında beni en çok şaşırtan kitabın sonu olmuşyur çünkü kitabın sonu bilinen Jack London karakterine hiç uymamakla birlikte çok farklı açıdan da okuru  "acaba onun da özlemi bu mu, böyle bir hayat mıydı ?" diye de düşündürür...
Bazı kişiler içine doğdukları toplumla uzlaşmaz ve kendilerini vahşi olduklarını düşüncesiyle doğal olarak güçlü özgür karakterli hayvanlarla özdeşleştirirler. Bu tür insanlar toplumsal yabancılaşmayı hissetmiş ve doğaya dönme içgüdüsüyle hareket etmişlerdir fakat aynı zamanda bir şekilde toplumla da birlikte olma arzusuyla derin bir çelişkiye düşmüşler ve bu çelişki de o kişileri sanata yönlendirmiştir. Bu tür insanlar her ne şekilde olursa olsun yaratmak zorundalardır : "ya yaratacağım ya da yok olacağım"  Jack London bu insanlara en net örnektir zira kendisi bu durumuyla asla çelişmemiş ve gizleme kaygısı duymamıştır. İnsana dair ne varsa ilgilenmiş ve kendi özgün yolunda yürümüştür. Jack London edebi yönünden ziyade özgünlüğü ve dürüstlüğü nedeniyle okunmayı haketmektedir. Onu okurken onu anlayacak,hissedecek ve seveceksiniz zira o bir şekilde yazar olup ünlü olma tutkusuyla yazmamış aksine tutkusu onu yazar yapmıştır...




1 Şubat 2011 Salı

Beyaz Büyü : Kar...


 Bu sabah evden çıktığımda kar yağmaya başladı bulgur tanesi gibi sertti ve ağaçların dallarına çarparken hafif sert bir ses çıkartıyordu… Şimdi hafif hafif yağmaya devam ediyor… Çocukken kardeşlerimle kar yağmaya başlayıp tek tek düşerken bir ayin yapardık : Yağ kar yağ..çok hızli yağ ! diye karın temposuna göre ayinimiz hızlanırdı…

 Çocukken böyle kış günleri çok daha heyecanlıydı,gece yatmadan önce sabah kalktığımda her yerin bembeyaz olacağını hayal ederdim ve bazen olurdu da ve annem beni yataktan çıkartabilmek için “kalk bak pencereden bak her yer bembeyaz..” derdi ve ben yataktan fırlardım. Evimizin karşısındaki dağın etekleri bütün çatılar sokaklar her yer bembeyaz, nasıl da sevinip avazımız çıktığı kadar bağırırdık …

 Büyümenin en güzel yanlarından biri de kışın ortasında dağda yaptığım kamplar olmuştur, metrelerce karın üstünde 1-2 saat yürüyerek kamp yerine varmak ve 1-2 gece o karda kamp yapmak,muhteşemdir.  Bu kampları güneşli kış günlerinde yapardık ve pırıl pırıl masmavi gökyüzü altında bembeyaz ormanda yürürdük, tüm dağ açık hava buzdolabı gibidir böyle zamanlarda her yer ve her şey donmuştur…

 Sis çöker ormana bazen ve o zaman pırıl pırıl bembeyaz kar altındaki orman beyaz bir  griliğe gömülür,ağaçlar öte dünya denilen diyarın hiç de ötede olmadığını aksine bizzat içinde olduğumuzu fakat ancak böyle zamanalrda görebildiğimizi bize fısıldarlar rüzgarla dansederken… Bu siste eriyip yitmemek için yapılacak tek şey bir ateş yakmaktır çünkü ateşten korkar tüm vahşi yaratıklar…

 Bu sabah evden çıkarken kar başlamıştı yğmaya,bu sabah şubata girdik ki şubat ayı kar ayıdır.. Kışlar da eskisi gibi değil artık ne kadar uzun olurdu eskiden...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Mask..Tef..Kurt ve Martı

Rüyada sabaha karşı bir odadaydım 3 kişiydik aslında ama biri dışarıya çıkmıştı ve az sonra gelecekti.  2 Mask getirdiler normal ham tef derisi henüz yaşken bir heykelin yüzüne giydirilip orada öylece kurutulup çıkartıldıktan sonra ahşap bir çerçeveye alınmış 2 ayrı deri mask... İkisini de inceledim,yüzlerdeki detaylar muhteşemdi,antik Yunan veya Roma heykellerine benziyorlardı. Bu maskların orada bulunuş amacı onlara vurularak alınacak bir sesin referans olarak kullanılacak olmasıydı ve ben incelemem esnasında dayanamayıp elimdeki deri maska parmağımla normal tefe vurur gibi hafifçe vurdum ama deri hiç esnek değildi ser ince bir kağıt gibi birden vurduğum yer yırtıldı... Yaramazlık yapmış bir çocuk gibi kendimi belli etmedne 2. maska da aynı işlemi uyguladım ama o da aynı şekilde yırtıldı.. Dışarıdaki adam çeriye gelince ona durumu anlatmadna bu masklardan başka bulabilir miyiz ? diye sordum ve bulabileceğimizi söyleyince rahatladım...

Bizim mahallenin meydanında ihtiyar çınarın altında bir sürü insan toplanmış bir adamı dinlemekteydi. Kalabalığa karışıp ben de admaı dinlemeye başladım. Adam hararetli bir şekilde dişi bir kurtla tartışmaktaydı. Kurt hiç konuşmuyordu sadece dinlemekteydi ama umursamazdı da. Dişi kurdun umursamazlığı devam ettikçe adam daha bir kızmaktaydı... Sonunda adam "ben senin için yılalrca uğraşıp kendimi bir kurda dönüştürmeyi başardım !" dedi ve o an adam bana bir kurt olarak göründü.. Dişi kurt panikledi önce ve ben acaba üstüme atlar mı bu diye düşünüp kendimi emniyete alırken havaya kırmızı uçan balonlar salındı, dişi kurt bu balonları görünce çıldırdı sanki ve havaya zıplayıp martı gibi beyaz bir kuşa dönüştü...  Kuş havada teker teker kırmızı balonlara gagasıyla saldırıp patlatıyordu..

Uyandım elim önce yan tarafta durması gereken telefonu aradı saati öğrenmek için ama telefon yoktu meğer alarmı çaldığında kapatıp yatağımın içine almışım :) Olur bazen böyle şeyler yani rüyadayken ansızın dışarıdan bir uyarı aldığımda uyanmış gibi davranışlarda bulunabiliyorum. Yıllar önce bir sabah uyandım ve saate baktım işe geç kaldığımı farkedince anne me nedne beni uyandırmadım saat kaç olmuş bak dediğimde annem şaşkınlıkla : seni uyandırdım,sen bana bugün işe gitmeyeceğini söyledin ben de tamam dedim.. güldüm tabii duruma o sabah :)  Bu sabah da telefonu yatağımın içnide bulunca yine güldüm öyle :)

24 Ocak 2011 Pazartesi

Düşüş..

İnsan işte böyle gökyüzüne düşmeli ille de düşecekse :)

 Geçen hafta  motora atlayıp pırıl pırıl bir gökyüzü altında dağa çıktım. Şehirde sis vardı ve dağ da sisliydi çok hafif ama pırıl pırıl gökyüzü altında sis zaten muhteşem oluyor... Yanımda fotoğraf makinam olmadığına bir an üzülsem de sonrasında güldüm bu bir anlık üzüntüme.. "oğlum yine hepsi sadece senin gözlerin için işte dedim kendi kendime :) O an var olup yaşayacak ve sonra yol olacak...

11 Ocak 2011 Salı

Diyalektik


 Antik yunan filozoflarından Herakleitos : her şeyin bir nehir gibi aktığını ve aynı nehirde 2 kez yıkanılamayacağını söylemişti. Bununla tabii ki kastı suyun sürekli aktığı gibi yaşamın da sürekli değiştiğiydi. Evrende her şey sürekli bir hareket halindedir. Durağan görünen her şey atomik düzeyde de olsa bir hareket halinde olup evren içindeki diğer nesnelerle de etkileşim halindedirler sürekli. Evrende hiç bir olgu bir başka olgudan tam olarak bağımsız değildir ki olması da mümkün değildir. 
 Diyalektik kavramı eski yunanda başlarda "Tartışma Sanatı" anlamında kullanılmaktaydı ama sonrasında kavram, "karşıtlık ilişkisinden hareketle doğruya ulaşma hedefli araştırma ve düşünme yöntemi" anlamına gelecek şekilde değişti. Değişim ve hareketin itici gücü çelişkidir ve diyalektik yöntem bu noktada çelişkinin mantığıdır. Herakleitos böyle demişse de bir yöntem olarak diyalektiği etkili bir şekilde bilinen ilk kullanıcı Sokrates'dir. Platon'dan günümüze ulaşan eserlerde Sokrates'in bu yöntemi nasıl kullandığı açıkça görülür. Yeniçağ Avrupa düşünce tarihinde diyalektiği yöntem olarak canlandıran Kant olmuştur ve ondan sonra da sırasıyla Hegel ve Hegel'de ters duran diyalektiği doğrultan Marx...
 Hegel'e göre değişim ve gelişim yani tarih, doğada ve toplumda somutlaşan ona yansıyan "Mutlak Tin" e dayanırken Marx a göreyse tam tersi olup idea'yı yaratan doğada ve toplumda yani insanın bilincinin dışındaki süreçlerdir.
Marx'ın diyalektik anlayışı materyalisttir yani bilgi duyular yoluyla elde edilir. Bilgi deneyimle elde edilir ve deneyimle sınanır. Bilginin saf düşünce ya da sezgi gibi duyu dışı yöntemelerle deneyimlenmeden elde edilmesine karşıdır. Marx'ın geliştirdiği bu diyalektik yönteme "Diyalektik Materyalizm" denir ve bununla tüm toplumsal süreçleri analiz etmişti. Diyalektik materyalizm bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar ve bu yasalar kurgusal olmayıp toplumun,doğanın işleyişinden içinden çıkartılmış tekrar bu işleyişe uygulanarak doğruluğu,gerçekliği denetlenmiş bilimsel yasalardır. Bu yasalar evrene dair gelişmenin değişimin anahtarlarını verir. zihinde düşünsel yasalar üretip bunu doğaya-topluma uygulamaz tam tersine mevcut sonsuz değişimin dayandığı doğal yasları bulup çıakrtır ve yine bu yasaları istenilen olguya uygular. Mesela bir ağacı incelerken aynı zamanda ağacın içinde olduğu ormana dair de bilgi edinilir ve ormana dair edinilen yeni bilgiyle tekrar ağaca dönülüp bakılır ve sonra tekrar elde edinilen yeni bilgiyle ormana dönülür..
Diyalektik materyalizm en net ve kısa tanımıyla "Marxizm"dir. Tarihseldir yani olguları tarihsel sürekliliği,devinimi içinde inceler ve bu yüzden Marx "Tarih öyledir çünkü o şartlar altında başka türlü olması mümkün değildir" demiştir. Şayet Marx bugün dünya yüzünde hakim olan burjuvazi sınıfına karşı olmayıp salt olguları açığa çıkaran bir burjuva filozofu olsaydı ismini duymayan, bilmeyen insan kalmaz adına sayısız methiyeler düzülürdü fakat malum nedenlerle hala insanlar tarafından bilinmemesi tanınmaması için uğraşılmaktadır hakim sınıf tarafından ama gelecekte bir gün mutlaka insanlar  bugünlere bakıp çok şaşıracaklardır eminim, böyle bir filozofu nasıl olur da kitleler bilmez araştırmaz, Marx'ı bilmeden nasıl üniversite mezunu olmuş insanlar diye...

7 Ocak 2011 Cuma

Çocuk ve Oyun-1


 Çocukluk pek çok şeyden öte “oyun” demektir. Çocuklukta oynanan oyunlar onun kişiliği ve karakter gelişimiyle içine doğduğu toplumun temel kodlarını alması konusunda en belirleyici etkendir. Oyunla hayalgücü beslenir büyür. Çocuğun oyunları temelde 2 ‘ye ayrılır : Bireysel ve toplumsal oyunlar. Bireysel oyunlar onun iç dünyasını, toplumsal oyunlarsa içine doğduğu toplumu keşfetmesidir.Oyun çocuk için çok ciddi bir iştir, oyun çocuk için çocuk oyuncağı değildir…Babamın bana aldığı ilk oyuncağımı verişini hala unutamam ki sanırım 1 ya da 2 yaşındaydım, o oyuncağım plastikten yapılmış minyatür bir minik gitardı. Ona “dım dım” denirdi, sonraki oyuncağım ise plastik beyaz bir arabaydı.
Okul ve derslerden arta kalan zamanlarda çocuk oyun arar ve herhangi en basit şey bile birçocuğun elinde oyuncağa dönüşebilir çünkü bizzat hayatın kendisi çocuk için oyundur.  Bir oyuncağı kullanarak çocuk büyülü bir diyara girer ve insanoğlu toplumsallaştıkça o büyüden kopar ki yıllar sonra duyacağı çocukluğa özlem aslında yaşamın o büyülü yanıdır. Çocuklar büyü ile büyürler…
Çocuğun diğer çocuklarla birlikte oynadığı oyunlar o büyülü diyara toplu bir seyahate dönüşür. Toplumsal silsile yoluyla öğrenilen oyunlar çocuğu toplum yaşamına sokan kodlamalarla doludur. Bu oyunlarla çocuk rekabeti, paylaşmayı,kazanmayı,kaybetmeyi,dostu ,düşmanı velhasıl insanlar arası tüm ilişkilerin temel kodlarını alır. Bu tür oyunlar çocuğu topluma hazırlar yavaş yavaş. Çocuk  oyunla toplumsallaşıp “ben de varım” der. Oyunlar  iki farklı mekanda oynanır : ev ve sokak…

SOKAK OYUNLARI

CİLLİ İLE OYNANAN OYUNLAR :

Cilli : Bazı yörelerde misket veya bilye olarak bilinir bu küçük, şeffaf cam küreler. Biz cilli derdik hatta pürüzsüz nesneler için de “cilli gibi” terimi kullanılırdı. Bu cilliler de kendi içinde sınıflara ayrılırdı. Yanardöner cilli içinde birbirlerine sarılmış koyu renkli kuşaklarlar olurdu ve bu kuşak kürenin bir çeperinden başlar diğerine kadar uzardı ki özellikle bu tür cilliyi güneşe kaldırıp içine bakınca muhteşem ışık oyunları algılanmaktaydı. Sırf bu bile başlı balına oyundu.  Kemik tabir edilenleriyse ismini kemik gibi beyaz olmasından alırdı ve bunlar hiç şeffaf değildi. Kemiklerin yüzeyleri renkli damar şeklinde incecik kuşaklar olurdu. Bunlar diğerlerinden değerli de olsalar ben pek semezdim çünkü ışığı geçirmediklerinden güneşe kaldırılıp içine bakıldığında hiç bir şey görünmezdi. Bu cillilerle çeşitli oyunlar oynanırdı ki bu oyunlardaki nihayi amaç rakiplerden daha becerikli davranıp karşılığında rakibin cillisini kazanmaktı.
Baş : Yere düz bir çizgi çizilir ve kararlaştırılan sayıda oyuna katılan tüm oyuncular cillilerini bu çizgi üstüne koyardı. Bu çizgiye paralel 6-7m. ötesinde bir çizgi daha çizilirdi bunun adı “Kale”ydi ve cillilerin yanından önce herkes bu kaleye atış yapardı. Kaleye en yakın atış yapan 1. olmak üzere daha sonra diğerleri sıralanırdı ve bu kez 1. olan önceden dizilmiş cillilere atış yapardı. Cilli sırasının ilk sol başındaki cilliye BAŞ denirdi. Atıcı cillilere atış yapar ve vurup sıradan çıkarttığı cillinin sağındaki tüm cillilere sahip olurdu,dolayısıyla herkes Baş ı vurmak isterdi çünkü başı vuran hepsine sahip olurdu. Bu ilk atış ayakta yapılırdı ve atıcı dilediği gibi atış yapmakta serbestti tabii ki ayağı Kale çizgisinde olmak kaydıyla yani herkes aynı mesafeden önceki atışın belirlediği sıralamasına göre atış yapardı. Oyuncular ilk atışlarını yapar ve atışta kullandıkları kendi cillisine kimse dokunmazdı ve bunların sonunda ortada hala cilli kalmışsa bu sefer cillilere en uzak olan oyuncu, eli yere bitişik olarak cillisini parmaklarıyla kullanarak cillilere atış yapardı ve yine hangi cilliyi vurmuşsa onun sol tarafındaki tüm cillilere sahip olurdu.
Mors : Bu oyunda yere bir kenarı 10-15 cm. olan bir üçgen çizilirdi. Oyuncular birer tane cilliyi üçgenin içine yerleştirirlerdi ve üçgene 6-7m. uzaklıkta çizilmiş bir çizgiye(Kale) önce sıralama için atış yaparlardı. Kaleye en yakın olan 1. olur ve bu belirlenen sıralamaya göre üçgenin içindeki cillilere atış yapılırdı. Yapılan atışla morstan çıkartılan her cilliye oyuncu sahip olurdu fakat burada belirleyici bir kural atış yaptıktan sonra kesinlikle kendi cillisi morsun(üçgen) içinde kalmamalıydı bu bir fauldü ve bunun cezası o atışla çıkarttığı cillileri tekrar morsa koymakla birlikte ilaveten 1 cilli daha cebinden çıkartıp morsun içine koymasıydı. Ne kadar çok faul olursa o kadar cilli artardı morsun içinde. Morsun içindeki cilliler bitene kadar oyun sürerdi.
Yılan yolu : Benim en zevk aldığım oyun buydu ama oyunun öncesinde zahmetli bir hazırlık aşaması vardı. Yılan yolu için boş toprak bir arsa gerekliydi ve bu arsada elelr kullanılarak10-15cm genişliğinde kenarları kumdan yılan gibi gelişi güzel uzanan bir yol yapılırdı, yol kıvrıla kıvrıla tüm arsayı kaplardı. Yolun başlangıcı ve tabii sonu vardı ama bu son bir yılanın kafasını simgelemekteydi ki bu kafa kısmında kumdan küçük bir tepe olup hedef bu tepeydi. Yılan yolunda küçük yuvarlak kuytular açılırdı ki bu kuytulara giren (yaptığı atışla bunu başaran) ek bir atış hakkı kazanırdı çünkü normalde her turda her oyuncu tek bir atış yapardı ve eğer atışışla yolda ilerlerken yoldan çıkarsa başlangıç çizgisine dönmek zorunda kalırdı. Yolda atış yaparak ilerleyen oyuncu diğer oyuncunun cillisini vurmayı başarırsa yine ek bir atış hakkı kazanırdı ama her oyuncu diğerinin rakibi olduğundan bu vurma işini çok dikkatli yapmalıydı çünkü ek atış hakkı elde ederken rakibini hedefe yaklaştırabilirdi. Rakip oyuncunun cillisini yoldan çıkartırsa o rakip de oyuna en baştan başlamak zorundaydı. Yılan yolu çok uzun soluklu ama çok keyifliydi zaten bir oyuncu hedefe ulaştığında oyun biterdi.

6 Ocak 2011 Perşembe

Mahabharata...


On bir yıllık bir çalışmadan sonra, 1985 yılında Peter Brook ve Jean-Claude Carriêre, Avignon şenliğinde, İ.Ö. IV. ya da V. yüzyıla kadar uzanan söylenceleri, serüvenleri ve Hint kültürünün dayandığı inançları bir araya toplayan Mahabharata’nın, bu destansı engin şiirin, sahneye uyarlanan bir yorumunu sergiliyorlardı. Bu oyunun (dokuz saate yakın sürüyordu) olağanüstü başarısından sonra, aynı yazarlar tarafından tümüyle yeniden hazırlanan senaryo üzerine bir film çekildi, daha sonra da birer saat altı bölümlük televizyon dizisi yapıldı. İşte şimdi de Mahabharata romanı karşımızda. Jean-Claude Carriére, ‘değişik düzeylerden hiçbir şey yitirmeden’, sahne ve sinema uyarlamalarında yer verilmeyen kimi bölümler ve yorumlar da katarak ‘öykünün tümünü kolayca okuma olanağı sağlamayı’ amaçlamıştır. Bir Hint geleneği şöyle der: ‘Mahabharata’ta bulunan her şey başka yerde vardır. Onda olmayan şey hiçbir yerde yoktur.’ Orada insani öfkenin yarattığı korku ve tanrısal kaprisin gizemi görülür. Orada kaygılı bir krala, şeytan büyücülere, karşı konulmaz kadınlara, dalaverecilere ve tanrılara rastlanır. Orada, herkese göre rolü belirgin olmayan tuhaf ve güleç Krishna’yla birlikte yürünür. Ama özde, bu öykünün işlediği konu, inatçı bir tehdit ve yinelenen şu sorudur: Bu dünya yıkılacak. Her şey bunu gösteriyor. Bu yıkılma gereksinimi nereden geliyor ve bunu önleme olanağı var mı?

 Bu kitabı bulup Mahabharata ile buluşmam benim için yaşamımdaki ince olaylardan biridir.  90′lı yılların başında bir gün,hemen her gün olduğu gibi Bursa’da Burç pasajındaki kitapçıların önünde sergilenen kitaplara bakmak için gittim ve pasajın içinde ağır ağır yürüyüp dikkatimi çeken kitaplara bakıyordum. Yürürken bir kitap gördüm daha doğrusu kitabın ismini :”MAHABHARATA” O an olağanüstü bir şey yaşadım, bu an’ı rüyamda görmüştüm. Ve Mahabharata’ ya girişim bu şekilde bir rüya ile gerçeğin çakışmasıyla oluşan güçlü bir şokla başlamış oldu ki bu  olayın üstünden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hala bu olaydan çıkmış değilim…
Hintçe “Mah” büyük, “Bharata” ise Ülke demektir. Hintliler kendi ülkelerine kendi lisanlarında sadece ülke derler, Mahabharata ise Büyük Ülke demektir. Destan Sanskritçe dilinde olup dünyanın en uzun şiiridir.
Temelde ülkenin krallığında hak iddia eden 2 ailenin savaşımı anlatılmakla birlikte bu olaydan bağımsız sayısız hikayeler de yer almaktadır. Mesela “Bhagavad Gita” destani Mahabharata içinde bir bölümdür fakat temeldeki olaydan bağımsız bir destandır. Gita’ ya “Mutlu yaşayan adamın ezgisi” denir. Büyük Savaşı başlatmak için Arjuna savaş arabasıyla iki ordunun tam ortasına gelir ve eline savaş borusunu alıp üfleyeceği an bir an duraksar. Ömrü boyunca o savaşa hazırlanmış efsanevi yenilmez  Arjuna birden derin bir kedere gömülerek silahlarını toprağa bırakır ve arabacısı biricik dostu Krishna’ya dönerek “Savaşmayacağım burada durup sadece kendimi savunacağım” der. Bunun üzerine Krishna savaşın,doğumun ve ölümün ne olduğunu,her şeyin doğasını uzun uzun Arjuna’ya anlatır ve neden savaşması gerektiğini de. Krishna Arjuna’yı alıp sonsuzluğun içinde bir yolculuğa çıkartır ve en sonunda dostuna kendi evrensel görünümüne bürünüp görünür. Arjuna o görüntüye baktığında sayısız devasa orduların,yıldızların,tanrısal yenilmez silahların nasıl onda doğup  yine onda yok olduğunu hepsinin tekrar tekrar dönüşümünü görür.
Mahabharata zihnimde öyle bir şekilde yer etti ki zamanla bu yüzden filmini izlemek istemdim çünkü benim gördüğüme benzemeyeceğine çok eminim. Krishna Arjuna, Bishma, Drona gibi karakterleri hangi oyuncu canlandırabilir ki ! imkansız bu…
Mahabharata da insan ruhunun pek çok gizemli yerleri tasvir edilir. Daha hikayenin başında “zaman” kırılır… Vyasa,  Mahabharata’nın anlatıcı ozanıdır. Destanı en başta sadece o bilmektedir  ve ormanda münzevi olarak yaşamaktadır. Destanda bahsi geçen krallığın yüzlerce yıl sonrasında yaşayan bir prensin yanına Ganeşa gelir ve ona krallığın büyük büyülü bir geçmişi olduğundan bahseder ve bunu da sadece Vyasa’nın bildiğini. Prens meraklı bir çocuktur ve öğrenmek ister o esnada Vyasa ormandan çıkagelir ve destanı anlatmaya başlar Ganeşa da yazmaya. Destanı anlatırken olaylar canlı olarak önlerinde serilir prens,Ganeşa ve Vyasa’nın ve direkt olayın içine girerler. Vyasa anlattıkça olaylar serilirken aynı zamanda olaya dahil olurlar ve yaşarlar. Bazen görünmezler destandaki kahramanlara bazense görünürler ve onlarla konuşurlar hatta bir ara krallığın geleceği bir prens doğmaması yüzünden tehlikeye girer o esnada yaşlı Vyasa prensesle cinsel ilişkiye girerek yeni prens dünyaya gelir.
Gizemli bir destan demek Mahabharata’yı küçümsemektir aksine Mahabharata bitmemiş, durmadan yenilenen ve bana göre günümüzde bile hala sürmektedir…
Yıllar önce bugün Mahabharata olarak bilinen yere gittiğimde bir olay gelmişti başıma buna dair. Ormanın kenarında bir ağacın alında oturan ihtiyar bir hinduya rastladım yanına oturdum,ikimiz de kendi lisanlarımızda konuşmaya başladık ve bir an bana geldiğim yerde yaşam nasıl diye sorduğunda ihtiyarın  tüm dünyanın Bharata yani ülkesi olarak algıladığını farkettim. ve cevap olarak sadece  gülümsedim :)

Kara Taş Ak Taş Üstüne



Paris'te öleceğim boşanan yağmurlarla,     
anısını şimdiden yaşadığım bir günde.
Paris'te öleceğim - bu da koymuyor bana -
belki de bugün gibi, bir güz perşembesinde.
Bir perşembe olacak, çünkü bugün, perşembe,
yazarken bu dizeleri durmadan sızlıyor kolum,
ve hiçbir gün, geçtiğim yollarında yaşamın,
yalnızlığı içimde bugün gibi duymadım.

César Vallejo öldü, dayak yiye yiye herkesten,
oysa kimseyi de incitmemişti:
koca sopalarla vurdular,
kalın urganlarla dövdüler;
tanığı perşembeler, kollarında kemikler,
yalnızlık, yağmurlar, yollar....

 Büyücünün deyimiyle "şeylerin özünü görümüş.." Görmüş ama savaşıp özgürleşmek yerine gördüklerini olası en yalın halde ifade ederek delirircesine kendine özgürlüğün özlemini ayırmış.. 
Geçtiğimiz yıla dair buün düşündüm biraz.. ne yaptım ben 2010'da nasıl geçti ? yeni bir şey oldu mu bu yılda ? anımsanacak mı ileride hiç unutulmayacak mı ? bunlar had safhada geyik ve gereksiz lakırdılardan başka değil sanki sürekli yinelenen bir zaman olgusu varmış gibi..ama ne kadar kabullenilmesi zor da olsa içten içe inkar da etse insan evren asla eskiye gitmez.. 
Garip gelmiştir hep perşembeler..perşembe dediğin insnaların kendi kurdukları düzende peş peşe dizip sonra çevirip durdukları gün isimlerinden başka bir şey değil elbette... Bu açıdan bakıldığında perşembe tuhaftır, bir hafta geçmiştir sanki ama tam olarak da geçmemiştir yani yarın cuma'dır...

Şakır şakır yağmur altında dayak yiyerek ölmek Paris'te.. Nerede olduğu şehir önemli mi ? Kesinlikle çok önemli.. Paris'te bir sokakta.. Çok ilginçtir usta Orhan Veli şöyle demişti :

"Baka kalırım giden geminin ardından..
 Atamam kendimi denize dünya güzel
 Serde erkeklik var,ağlayamam..." 

 Usta bu dizeleri  Paris'e olan özlemiyle yazmıştı.. hiç gitmemişti Paris'e ama tüm sokaklarını cafelerini ezbere biliyordu sanki,öyle bir sevgisi içsel bir bağı vardı o şehirle kendisi arasında.. Böyle bir bağı hissetmeyenlere bu çok tuhaf,saçma hatta patolojik gelebilir ki bu da normal bana da pek çok normal şeyleri insanların patolojik gelmekte,neyse o ayrı konu... ama kendimden biliyorum insan hiç gitmediği bir şehre ya da ülkeye ya da bir denize ya da dağa ne bileyim kişiyi artık ne çekmişse öyle bir şeyle derin bir bağ kurabilir, çok normal bu çok insanca ve ben biliyorum ki Cesar mutlaka ikindi vakti,kurşuni bir gökyüzü altında sendeleyerek sağa sola çarpmamak için çekinerek,nedenini bildiği halde yine de deli gibi "neden !" diye bağırmak isteyerek ama bağırmadan hatta görmesin diye kimse kuvvetle ihtimal başını eğip gülümseyerek ölmüştür Paris'te bir sokakta...

Bu duruma bizim mahallede düşün seni düşlediğine uyanmak denir :) Hazin bir andır bu uyanış dehşet hüzünlüdür lafını etmeye değmez,ortada kala kalmışsındır işte... 

neyse böyle kurşuni bir perşembe akşamında aklıma geldi bu şiiri yine Cesar'ın..

4 Ocak 2011 Salı

       UMUTTAN SÖZ ETMEK İSTİYORUM
Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum. Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum. Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum.
Yalnızca acı çekiyorum bugün. Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı. Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık ta, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik te olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.
Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım bir sebebe bağlanamaz, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar.
 Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.
Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki?
Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.
Cesar Vallejo
Çeviri : İsmet Özel

Bu kadar açık,bu kadar yalın ve bu kadar mı dürüst olur bir insan ! Hele açların acısına dair söyledikleri yoruma yer bırakmıyor...
 Eskiden biri sorduğunda "neyin var.. ne oldu ? diye, tatl tatlı canım sıkılıyor derdim.. bir nedeni yok öylesine kendiliğinden tatlı tatlı sıkılmakta canım.. ama bugün bu gri pus içinde tadı tuzu yok sıkıntının..buz gibi bir tecavüz gibi bu sıkıntı...kar yağmadan da gitmez..
Ağlıyordum yine böyle bir günde 3-4 yaşındaydım,ev kalabalıktı ve susturamıyorlardı. Ayakta yanaklarımdan yaşlar süzülerek ağlıyordum,bayram günüydü biliyorum herkes bizim evdeydi bir ara sordular "ne istiyorsun ?" o an düşündüm ve turşu istiyorum dedim..aklıma o gelmişti hiç unutmam sırf gitsinler diye başımdan çünkü o durumda başıma gelip ilgilendiklerinde kendimi suçlu hissediyordum. Komşu annem elindkei içi turşu dolu kocaman kaseyi bana uzattı al dedi kızanım bak sana getirdim..ben hala ağlıyorum "hayır..bu olmaz.." hani turşu istemiştin al işte turşu dediler bende cevap hazır : Lütfü aga'nın turşusu değil ! herkes gülmeye başladı kahkahalarla..ben ağlıyorum hala..
Bu olaydan 15 yıl kadar sonra yine evde bu kez bahçede bir gün batımında kızaran ufka bakarken farkına varmadan ağlamışım..annem beni öyle görünce "ne var.. nedir derdin söyle çözelim ?" yok dedim bir şey hiç bir derdim de yok.. içeriye geçmiş annem babamın yanına ve arkadan babam geldi.."nedir oğlum derdin söyle bana.."
 Sonra bu durumun ne büyük bir bencillik olduğunu gördüm ve asla belli etmemeye çalıştım bu hallerimi sevdiklerime çünkü bu üzülmeleri gerekip bir şeyler yapabilecekleri bir durum değildi.. Sevdiğim birini o durumda nasıl görmek istemiyorsam benim de görünmem büyük bencillik olurdu. Anne baba kardeş ve dostlar içinde buna en dirayetli olan babam çıkmıştı. bir tek o olayı dramatize etmeden direkt çok ince bir şekilde "oğlum hayat böyle ve elinden geleni yapacaksın hemen öyle su koyuvermek yok..." özünde durumdan çıkmamı sağlardı. Ama dedem bu konuda kraldı : o durumdayken ben, buruş buruş şefaflaşmış zar gibi ince derili elinin uzun ince işaret parmağını kalbimin üstüne koyardı ve parmağıyla kalbimin üstüne bir çerçeve çizerken aynı anda şöyle derdi : "demek gürcan'ın canı sıkılmış..o zaman canına bir pencere açalım..oradan dışarıya baksın da sıkıntısı geçsin..."
 O günlerden uzun yıllar sonra bir gün kötü bir dönenimde anımsadım bunu ve o an durdum yolda yürürken ve etrafıma baktım..dikkatle neredeyim ne var etrafta..gerçekten işe yaramıştı :)

3 Ocak 2011 Pazartesi

Demir kuş kafası

Dün sabah uzun uzun şehrin yıkık surlarını seyrettim yine. Bu yüzdendi sanırım bugün sabaha karşı rüyada bir kale kapısından girdim içeriye. Dün seyrettiğimin aksine beyaz parlak taştandı kale ve kapısından girdikten sonra geniş basamaklı merdivenlerinden şehre doğru çıkarken birden durdum. Dolunay vardı ve o beyaz taşlar parlamaktaydı ay ışığında.. Hemen her yerde bir çift sevgili olabilir ve ansızın onlara rastlarsam hem kendimi hem de onları korkutabilirim, genç çiftlerin böyle bir gecede, bu loş tenha yerde olması çok normal ben olsam kesin olurdum diye muzipçe düşündüm... Yerde önce  kesilmiş yeşil ağaç dalları gördüm ve sonrasında demirden bir kuş kafası figürü. ince oyma işi değildi. 10-15cm ince bir gaga ondan küçükçe bir baş ve yuvarlak bir göz. gümüş gibi parlasa da o Ay ışığı yüzündendi gümüş değil çeliktendi kuş kafası. ve yerde daha sonra aynı kuş kafasındna bir sürü gördüm..gelişi güzel etrafa atılmış gibiydiler.